28 Mayıs 2017 Pazar

Yollarda

Aras'la ikimiz toplu taşıma araçlarını çok kullanırız. Karşı yakaya geçtiğimizde metrobüsten hangi durakta ineceğimizi, vapurda kuşlara simit atıldığını çok erken öğrendi. Tiyatroda yeme-içme olmaz ama sinemada mısır yiyebileceğini çok iyi bilir. Gittiğimiz tüm çocuk filmleri 3 Boyutlu denk geldiğinden sinemanın gözlükle izlendiğini sanıyor ama olsun doğrusunu zamanla öğrenecektir. 
Dolmuş kalabalık olduğu için talepte bulunmaz ama taksiciye parayı uzatma işini mutlaka Aras yapmalıdır. Yemek yedikten sonra kredi kartı kullanılacaksa şifreden sonra yeşil tuşa mutlaka Aras basmalıdır. Diğer alışverişlerde talep etmez sadece yemek ödemeleri onun sorumluluğundadır.

Yaklaşık 2 aydır okula yürüyerek gidiyoruz çünkü bebek arabası bebekler içinmiş!!! 
Şimdi okula gittiğimiz günlerde oluşan ritüellerimiz var.  Her sabah aynı saatte ekmek ve gazetesini almış evine dönen yaşlı bir teyzemiz var bize 'Günaydın' diyen. Önce Günaydın'la başlayıp şimdi muhabbet ettiğimiz bir teyze. Hatta geçen sabah biz evden biraz geç çıktığımız için karşılaşamadık. Aras bana şöyle bir soru sordu. 'Anne, yaşlı kızı bugün niye görmedik??' Yürüdüğümüz mesafe çok uzun değil ama çok şey sığdırıyoruz o kısa mesafeye. Arka sokağımızdaki taksi durağının kahyası her sabah bize 'Günaydın sokağımın en yakışıklı erkeği' der. Aras da mutlaka ona gülerek cevap verir. Şimdi elektrik malzemeleri satan dükkandaki amca da 3 sabahtır 'Günaydın Aras' diyor. Biz oradan geçerken her sabah bizi izleyip zamanla bizim sabahımıza dahil oluyorlar. Taksi durağının yakınındaki emlakçının önünde oturan 2 genç var yaşlı teyzeyle yaptığımız sohbetleri gülerek izleyen. Çok yakında onlarla da muhabbete başlarız gibi geliyor. Az ileride yerde belediyenin koyduğu çiçeklikten bir adet (nedense fazla almaz sadece bir adet) papatya alır öğretmeni Beste'ye vermek için. O çiçekliğin önündeki balkonda köpeğiyle oturan teyze de bazen bize laf atar gülümser öyle geçeriz.

Ama en önemlisi her sabah kedi evinden geçmektir. Bu yol, iki sokak arasında kalan bir evin arka bahçesi aslında. Okula çok yakın bir sokağa çıkan dar bir geçit. Eski bir evin arka bahçesi olduğu için çok bakımsız ve kötü de kokuyor ama Aras'la yürümek çok uzun sürdüğünden bahçede çok sayıda kedi olmasına rağmen biz kısa yolu seçiyoruz.
Arkadaşım bu kestirme yoldan bahsettiğinde kedi çok diye geçmek istememiştim ama bir-iki kez geçtikten sonra Aras her sabah sormaya başladı bugün 'kedi evinden geçecek miyiz??'
Evet orası bizim kedi evimiz. Bahçe girişinde arabanın üstünde oturan kedi gözlem yapıyor, kapıda duran kedi nöbet tutuyor ve bizi tanıdığı için geçmemize izin veriyor ama tek şartı içerideki kedilere iyi davranmamız bir de sessiz olmamız. Diğer kediler bize bakıyorlar 'Aaa Aras gelmiş yaşasın' diyorlar.(Kediden korkan bir anne olarak yaptığım fedakarlık ve Aras'ın korkmaması için yaptığım oyunlar da gözden kaçmasın lütfen)
Tabii kötü koktuğu için sadece sabah geçişlerimiz yeterli bence o yüzden okuldan çıkış saatimizde hep bayanlar temizlik yapıyor ve kedi evini geçişe kapatıyorlarmış mış mış. (Anne olunca hayal dünyam ve ufak yalanlarım gelişti)

Ama okul çıkışı o yoldan dönmezsek caddeye çıktığımızda önünden geçtiğimiz bir kahve dükkanından macaron yememiz gerekiyormuş. Her seferinde 2 adet yeşil (fıstıklı) macaron. Kahveciye girip sıraya geçmesi, kasadaki abisine parasını uzatıp ne almak istediğini söylemesi sonra kahveyi aldığımız alana geçip orada bekleyip macaronlarını aldıktan sonra oturma alanına doğru popoyu sallayarak yürümesi de görülmeye değer. Aras hayatı böyle öğreniyor işte.




9 Ekim 2015 Cuma

Paylaşmak ama gerektiğinde 'Hayır' diyebilmek...

Ne şanslıyız ki kalabalık bir ailemiz var. Aras çok beklenen ve istenen bir bebek olduğundan, hep el üstünde tutuluyor ve çok seviliyor. Yakın çevremizde kendisiyle birkaç yaş farkı olan abla veya abisi olmadığından şimdiye kadarki oyun arkadaşları; teyzeler, büyük kuzenler ve anne babasının arkadaşı olan ablalardı.

Ama artık girdiğimiz ortamlarda yaşıtlarıyla oyun kurmaya başladı. Hemen yaklaşıyor ve onlarla olmak istiyor. Bazen onlardaki oyuncakları istiyor, bazen de kendi elinde oyuncak varsa veriyor. Ama öyle zamanlar oluyor ki Aras veya karşısındaki bebek/çocuk asla oyuncağından vazgeçmiyor ve tabii ki annelerin en korktuğu tablo ortaya çıkmasın, aman ağlamasınlar diye biz anneler hemen başlıyoruz 'Benim oğlum/kızım oyuncağını paylaşır hadi verelim kardeşe biraz da o oynasın' 

Tabii oyunlar ve yabancı çocuklarla iletişim çok yeni başladığı için ben de anneliğimi öğreniyorum yavaş yavaş.

Bir gün kalabalık bir ortamda karşılaştığımız bir çocuk oyuncağını Aras'a vermeyince annesi 'hadi oğlum verelim kardeş oynasın' dediğinde benim ağzımdan çıkan cümle şu oldu: 'Zorlamayın O da çocuk daha. İstemiyorsa oyuncağını vermek zorunda değil' 

Tabii o an diğer çocuğu düşündüğüm kadar oğlumu da düşünmek durumundaydım ve başka şeylerle oyalayarak oyuncağı unutturmaya çalıştım. 

Tabii o an aklımdan geçen şey 'maalesef her zaman her istediğimize ulaşamayacağımızı böyle böyle öğreneceksin oğlum' oldu.

Çocuklar sakinleşip olay kapanınca yanımda bulunan kardeşim: 'abla böyle söyleyerek Aras'a, 'paylaşmama hakkın var, paylaşmasan da olur' mesajı verdin şimdi' dediğinde birkaç saniye dondum kaldım. Haklıydı. Ne zor bir iş annelik. Ama yine de o günden beri sorguluyorum bu konuyu kafamda.

Şimdi düşünüyorum da neden öyle söyledim? benden sonra gelen 4 kardeşle herşeyi paylaşarak büyüdüğüm için mi???

 Yoksa 'benim oğlum ya çok ısrarcı davranırsa aman diğer çocuğa ve annesine ayıp olmasın ben şimdiden önlemini alayım' diye mi düşündüm??

İçten içe, paylaşmak istemediği şeyleri kendine saklama hakkı var herşey onun istediği gibi olsun mu istiyorum yoksa!!!!

Aras'tan önce de kişisel gelişim türünde çok kitap okurdum ama şimdi kapsam genişledi: Çocuk ve bir insan yetiştirmekle ilgili olanları daha çok okumaya çalışıyorum. Şu anda okuduğum kitap, Pınar Mermerci'nin 'Yavaş Ebeveynlik' adlı kitabı. Yazar, anne olduktan sonra yaşadıklarını anlatırken bir yandan da bazı konularda çocuğumuza nasıl yaklaşmamız gerektiğini ve anne olarak ne yaparsak çocuğumuzu daha mutlu edebiliriz gibi konulara değinmiş. 

Kitabında (''Ayıp olur'' otomatik tepkisine veda edebilmek) başlığıyla bir bölüm var. Çocuğun oyuncağını paylaşmak istemediğinde hayır deme hakkının olması gerektiğini söylüyor. 'Her seferinde oyuncağınızı kıranlarla ayıp olmasın diye oynamak zorunda değilsiniz. Her seferinde canınızı acıtan, sizi kıran insanlarla ayıp olmasın diye görüşmek zorunda değilsiniz' diyor.

Çocuğunuzun arkadaşıyla bir oyuncak için mücadele ettiğini görünce içinizde hangi duygular kabarıyor? Kim bilir hangi anı tetikleniyor ve hangi otomatik tepkiyi doğuruyor? 

Başkalarına saygı duymakla, sırf ayıp olmasın diye kendi sınırlarınızın ihlal edilmesi arasında bir fark yok mu??

Tekrar tekrar okudum bu cümleleri. Zaten kendimi sorguladığım bir konuda bu okuduklarım da benden yanaydı. Ama biliyorum ki hayır deme hakkı, oğluma yalnızlığı ve bencilliği getirmemeli. Hayatın her alanında (dozunda!) paylaşım gerekli ve çok önemli. Çocuğuma paylaşmayı öğretmem gerekiyor ama onun sınırlarını ihlal etmeden kendisi hayır demek istediğinde hayır diyerek paylaşmayı öğretmek isterim.

Zor olansa o ince çizgiyi çok doğru çizmek...

13 Mayıs 2015 Çarşamba


Hayatı yeni keşfetmeye başladığı için herşeye ulaşmak isteyen bebeğinizle uzun yolculuğa çıkacaksanız unutmamanız gerekenler...

Aras'la ilk uzun yolculuğumuz...
Aras ve ben bir haftadır Marmara Adasında ailemin yanındaydık. Bugün evimize öğlen motoru ile dönmeye karar verdim. Kardeşlerim hafta sonunda döndükleri için bugün Aras'la ikimiz yalnız seyahat etmek zorunda kaldık. Şimdiye kadar Aras'la çok gezdik ama ikimiz hiç bu kadar uzun süren bir yolculuk yapmamıştık.
Önceki yolculuklarımızda Aras'ın daha küçük olması meğer ne kadar büyük avantajmış. 2 ay önce yürümeye başladığı için bir an bile yerinde duramayan ve hemen hemen her şeyi merak ederek incelemek isteyen bir bebek Aras.

Kural 1 - Bebeğinizin yola çıkmadan hemen önce uyumasına izin vermeyin.
Yolculuk başlamadan önce uyuyan oğlum, motora biner binmez uyandı. Hava biraz rüzgarlı olduğu için dışarıda yolculuk etme şansımız olmadı. Tabii içeride olmak benim hiç işime gelmedi.
Sürekli etraftaki eşyaları kontrol etmek isteyen, kapıyı açıp dışarı çıkmak için sürekli mızmızlanan bir bebekle 2 saat süren yolculuk sonrasında karaya ulaştık:)
Tekirdağ otobüs terminaline gidebilmek için minibüse binmemiz ve bunun için de biraz yürümemiz gerekiyordu. Kucağımda olmayı kabul etmeyen Aras'ı ikna edemeyince daha fazla ağlamasın diye yere bıraktım. Tabii 5 dakikalık yolu 15 dakikaya yakın sürede tamamladık.
Minibüste de oturmak istemeyip ayakta gideceğim diye tutturmasa daha iyi olacaktı ama neyse ki yol çok uzun değildi.

Kural 2 - Yola çıkmadan önce çantanızı tekrar tekrar kontrol edin ki bebekle alışveriş yapmak zorunda kalmayın
Otobüse binip sonrasında servisle gidersem eve ulaşmam çok uzun saatler alacağından, hem karnımızı doyuralım hem de Aras'ın oluşturduğu harika kokulardan kurtulalım diyerek otagara varmadan önce şehir merkezinde minibüsten indim.
Yanıma bebek bezi almayı unuttuğumu farkettiğimde neler hissettiğimi anlatamam. Çünkü artık bir paket bebek bezini de yol boyunca taşımak zorunda kalacaktım. Ben en başta sorunun sadece bu olduğunu düşünmüştüm ama asıl sorun o bezi bulabilmekmiş meğer...

Şehir merkezinin sahil kısmında eczane ve market olmadığından Aras kucağımda merdivenlerden çıkarak eczaneye ulaştım ama bebek bezi yoktu:(( Marketin yerini sordum, tarif ettiler uzun süre yürüdüm ama marketi bulamadım. Aras ağlamaya başlayınca bu işten vazgeçip sahil kısmına geri döndüm.
Bir lokantaya girip karnını doyuracak sonra tekrar markete gidecektim. Burada karnımızı doyurduktan sonra marketin yerini sorduğumda kasadaki bayan bebeği bırakıp öyle gidin dediğinde bir an duraksadım ama aksini yapmak eziyetten başka bir şey değilmiş gibi geldi. Hem kalabalık bir çalışan grubu vardı fazla müşteri olmadığı için 5 dakikacık bıraksam ne olabilirdi ???
Koşar adımlarla gidip geldim ama o 5 dakikalık sürede ne yaşadığımı, nasıl korktuğumu bir ben bilirim.
Bebek odası olmadığından lokantanın üst katında kullanılmayan sandalye ve masaların konulduğu depo gibi bir yerde sandalyeleri birleştirerek Aras'ın bezini değiştirdikten sonra lokantadakilere teşekkür ederek ayrılırken bana öyle bir baktılar ki anlatamam. Sanırım yalnız olduğum için bana çok acımışlardı...

Kural 3 - Bebeğinizle kısa mesafeler için taksiye binecekseniz en şirin halinizi takınıp biner binmez kendinizi acındırın ki taksici söylenme fırsatı bulamasın...
Otogar ile lokantanın arası 5 dakikalık bir mesafeydi ama bebekle gitmek zor olacağından taksiye bindim. Önce kısa mesafe için özür diledim, çanta ve bebekle yokuş yukarı olan yolu çıkmanın zor olacağını anlattım, inerken tekrar teşekkür ettim, taksimetrede 4.5 TL yazdı 5 TL verdim...
Bana kızmaması için elimden geleni yaptım:)

Tabii bebek olunca insanlar daha anlayışlı olmak için kendilerini zorluyorlar. Bunu her hallerinden anlıyorsunuz. Bizim taksici de o kısacık sürede kendini oldukça zorladı sanırım:)

Kural 4 - Yeni yürümeye başlayan bebeğinizle Şehirlerarası otobüs yolculuğu yapacaksanız mutlaka cam kenarında bir koltuk tercih edin.
Biletimizi aldık ve koltuğumuza oturduk.
Yanımızda genç bir bayan oturuyordu. Önce bize pas vermedi hatta cam kenarına geçme talebimizi de kabul etmedi ama sonra Aras'ın ona sürekli sataşmalarına dayanamadı ve bir ara ilgilendi bile.
Yolculuk devam ederken Aras'ın koridora inmek istemesi ve bırakmadığım için ağlamaya başlaması, hatta bunu sık sık yapması çok can sıkıcı bir hal almaya başlamıştı...

Kural 5 - Yanınızda mutlaka bebeğinizi oyalayacak şeyler bulunmalı.
Aras kucağımda oturmak istemiyor, mızmızlanıyordu sürekli. Ben o kadar acemiydim ki yanımda Aras'ı oyalayacak tek bir şey dahi yoktu. Şimdi nereye gidersem gideyim çantamda Aras'ın bir kitabını ve en az 2-3 oyuncağını taşımama anlam veremeyenler, sebebin bu seyahatin olduğunu bilmeliler...

Kural 6 - Biletinizi satan kişiye, koltuğunuzun yakınında çocuklu başka ailelerin olup olmadığını sorun...
Asıl kabusum yan koltukta oturanlar olacakmış meğer:(
Yan tarafımızdaki koltukta 4-5 yaşlarında bir kız çocuğunun annesi, halimize acımış olacak ki
oyalansın diye Aras'a önce bir adet bisküvi verdi. Tabii ki biraz sonra bisküvinin büyük bir kısmı yerdeydi.
Yan koltuktaki anne hiç boş durmadı ve 'Onu sevmedin mi?' diyerek kızının elindeki cips paketinden birkaç tane alıp Aras'a verdi.
Yağlı cipsleri her tarafına bulaştırdığına mı yanayım, koridor tarafında olduğumuz için yere her döktüğümüzü (aslında kasıtlı olarak attıklarımızı) tüm yolcuların görmesine mi yanayım bilemedim.
O yüzden cam kenarında oturmak önemli!!!
Aras'ın cipsle ilk tanışması o anne sayesinde gerçekleşmişti:)
Tabii kucağıma bebekle koridor tarafında otururken hareket halindeki otobüste yerdekileri toplamak biraz zor olacaktı. Otobüs durunca yaparım diyerek eyleme geçmedim. Çünkü ben yerdekileri toplarken Aras'ın da koridora inmek için tekrar tutturmasından korkuyordum.
Ama en fazla 2 dakika sonra muavinin seslenmesiyle son golümü de yedim.
'Hanımefendi çocuğunuz elindekileri hep yere atmış, onları toplamak çok zor oluyor sonra.'
Çok kısık bir sesle: 'Biliyorum ama araç hareket halindeyken toplayamadım' dedim.

Yandaki anneye nasıl kızmayayım: Ben bilmiyor muydum çocuğa yiyecek birşeyler vermeyi... Ama onun dökeceğini, parça pinçik edeceğini o kadar iyi biliyordum ki!!!
Aras'ın henüz bir bebek olduğunu, kendi çocuğu gibi güzelce yiyemeyeceğini bilmiyor mu sanki!!!

Hiçbir zaman, 'O daha bir çocuk ve herşeyi yapmaya hakkı var' diyen annelerden olamayacağım.
Ama ben bu kadar hassas davranırken, 'muavinden bu sözleri duymak haksızlık' diye bağırasım geldi...

Artık Aras'la yalnız yolculuk edeceğim zaman deniz otobüsüyle dönmek için ısrar etmemin sebebi, hiç unutmayacağım bu muhteşem yolculuktur...



















18 Nisan 2013 Perşembe

Hayatımız tercihlerimizle yön bulur.

Geçen gün katıldığım ‘İlişki yönetimi’ konulu seminerde anlatılan bir hikaye çok hoşuma gitti.

Büyük şirketlerden birisinde üst düzey yönetici olan Ali Bey’in hayatını ve başarılarını anlatan bir kitap yazmak isteyen gazeteci Erol, Ali Bey’in çocukluğunu, ailesini ve arkadaşlarını araştırdığında hayretler içinde kalır.

Ali’nin çocukluk yıllarında sürekli sarhoş olan babası şu anda hırsızlık nedeniyle hapiste yatmaktadır. Üstelik Ali’nin erkek kardeşi Kemal de geçmişte hapiste yatmış ve şimdi hiçbir işte çalışmamaktadır.

Erol, röportaj için ziyaret ettiği kardeş Kemal’e hayatındaki olumsuzlukların sebebini sorar ve aldığı cevap çok manidar: ‘Babamı görüyorsunuz başka şansım mı vardı ki’

Ertesi gün başarısının sırrını sorduğu Ali’den gazetecinin aldığı cevap ise yine aynı olmuş: ‘Babamı görüyorsunuz başka şansım mı vardı ki’

Demek ki ‘’Hayat, olaylara bakış açımız ve tercihlerimizden ibaret’’.

Ailemizi seçme şansımız yok fakat hayatımızın ilerleyen süreçlerinde davranışlarımızı seçme ve yaşamımızı belirleyen konularda insiyatif kullanma hakkımız var.

Düşünüyorum da bu hikayede adı geçen Ali karakteri, kardeşi gibi kolayı ve olumsuzu seçmek yerine bu başarıya ulaşmak için çok çalışmış olmalı. Ama kardeşi Kemal’i bu başarılardan uzak tutan şey ise  sanırım yapabileceklerini hayal bile edememiş olmasıydı.

Aslında zaman zaman hepimize içinde bulunduğumuz şartları zorlamak gereksiz gelebiliyor. Hatta bazen ‘imkansızın başarılması ancak filmlerde olur’ demiyor muyuz?

Ben kendi adıma liseyi bitirip iş hayatına başladığımda üniversiteyi dışarıdan bitirmem için beni her fırsatta destekleyen müdürüm sayesinde bunun mutlaka olması gerektiğini kabullenmiş ve bunu başarmıştım. Ancak sonrasında yüksek lisans konusunda kendi kendimi sürekli olmayacağına inandırdığım için başaramadığımı düşünüyorum. Çünkü kendimi olmayacağına inandırmıştım:(
 
Hayat hepimiz için oldukça zorlu imtihanlarla dolu. O imtihanları başarıyla geçmek için elimizden geleni yaparsak güzel şeyler gelecektir diye düşünüyorum. Yeter ki olacağına inanalım. Hayata umutla bakmayı unuttuğunuz zamanlardan birindeyseniz umutsuzluktan sıyrılın diye...

2 Nisan 2013 Salı

Bir Pazar Gezintisi...



Uzun zamandır hafta içi güneşli olan hava maalesef hafta sonlarında yağışlıydı. Nihayet geçtiğimiz hafta sonu hava güneşli ve aydınlıktı. Herkes gibi biz de kendimizi dışarıya attık tabii. Gerçi bizim kendimizi dışarı atmamız için güneşin olması şart değil.
Gezmelerimize bu hafta Perşembe akşamından başladık. Asmalı Mescit’te arkadaşlarımız Esra ve Necla ile muhabbet eşliğinde yenilen yemek ve sonrasında kahve keyfi. (Esra ve Necla ile 4 yıl önce gittiğimiz Ayvalık turunda tanışmıştık.)
Cuma akşamı Eray’ın Doğum günü nedeniyle Nişantaşında yenilen yemek ve sonrasında Gizem’in doğum günü kutlaması için gidilen bowling. (Yeğenlerin doğum günleri sayesinde tüm kuzenlerle yapılan bowling seansları her zaman pek eğlenceli geçmiştir.)
Cumartesi sabahı havanın güzel olmasını fırsat bilip yürüyüş yapalım dedik ama biraz abarttık galiba. 2 saatin sonunda yürüdüğümüz mesafeye inanamayarak dinlenmek üzere eve geldik.
Dinlenmek şarttı! Çünkü akşam yine arkadaşlarla yemek, muhabbet ve kahve olayımız vardı :)
Gülten’le çok eğlenceli geçen sohbet uzun sürdü. Bu nedenle biraz geç yatmak zorunda kalmamıza rağmen pazar sabahı erkenden kalktık.

Asıl gezme faslı bugüne bırakılmıştı…
Jale abla ve Zeki abi ile balık yemeye Anadolu Kavağı’na gitmek için sözleşmiştik.
Yaklaşık bir saat süren bir yolculuk sonrasında ilk durağımız Hz.Yuşa’nın türbesinin bulunduğu tepe oldu. Burayı  daha önceden kardeşim Figen’den duymuştum ve ziyaret etmeyi çok istememe rağmen kısmet olmamıştı. Tabii bu ziyaretten haberim olmadığı için parmaklarda koyu renkli ojelerle bulunduğum ortama pek de uygun değildim. Ama önemli olan niyettir diyerek Jale abla’dan ödünç aldığım eşarpla girdim türbe alanına. Duyduklarımla kafamda canlandırdığımdan daha uzun bir mezardı. Genelde hafta sonlarında oldukça fazla ziyaretçi oluyormuş ama bizim şansımıza çok kalabalık değildi. Hz. Musa’nın kızkardeşinin oğlu olan Hz.Yuşa ile ilgili bilgi türbe girişinde yer alıyor. Daha önce de hakkında okuduklarımla bu bilgilerimi teyid etmiş oldum. Duamı okuduktan sonra O’nun aracılığıyla Allah’tan dileğimi istedim ve Türbe’den çıktım. Türbenin bulunduğu tepenin manzarası çok harika. Herkes manzarayı arkasına alarak fotoğraf çekerken biz de eksik kalmadık tabii ki.
Türbe’de dilekleri gerçekleştikten sonra tekrar gelip şeker dağıtan bayanlar ve adanan adaklarını yerine getirmek üzere aldıkları hayvanları kaçırmamaya çalışan insanlarla karşılaştık. Adaklar için bir hayvan satış merkezi ve dini hediyelik eşyalar da birer türbe klasiği…

 Hz. Yuşa tepesinden sonraki durağımız Yoros Kalesi oldu. Kalenin Cenevizliler’den kaldığı bilgisi Zeki Abi’den geldi. Kaleye çıkmak için dik merdivenleri tırmanmak zorunda kaldık. Merdivenlerde hemen arkamdan gelen çiftin muhabbeti daha doğrusu beyin söylemleri beni çok sinirlendirdi. Bayan çıkarken zorlandığını ve nefesinin tıkandığını söylediğinde beyin cevabı çok klasik bir Türk erkeği olduğunu fark ettiriyordu: ‘Bu kiloyla tabii zorlanırsın. Göbeğinin ağırlığı bir sen kadar daha var.’ Bunu duyunca hemen döndüm bey’e baktım. Kendi göbeğini görmemesine de hiç şaşırmadım tabii.
Kalenin olduğu tepeye çıktığımızda etrafa dağılan insanların bir kısmı harika manzaranın fotoğrafını çekerken bir kısmı da yerlerde oturmuş sohbet ederek dinleniyorlardı.


Kaleden gözüken deniz manzarasının bir özelliği varmış. Marmara Denizinden Karadeniz’e geçiş buradan sağlanıyormuş.O anlamda gayet önemli bir noktayı görmüş olduk. Daha sonra internetten okuduklarımla da kalenin tarihi ile ilgili çok şey öğrendim.


Kaleden aşağıya inerken kolye ve bileziklerin satıldığı bir stand gördüm. İlginç olan satıcının camdan kolyeleri orada şekillendirmesiydi. Bu çok keyifli kolye yapımını biraz izledikten sonra merdivenlere yöneldik.
Merdivenlerin girişinde bulunan çay bahçesinde oturup çay eşliğinde bu harika manzarayı biraz daha izlemeyi çok isterdim. Belki başka zaman yine gelir ve bunu gerçekleştiririm…

Artık Anadolu Kavağı’na gelmişti sıra. Arabayı otoparka bıraktıktan sonra yemek yemeye karar verdik. İskelenin yanında yer alan balıkçılardan birisine oturduk. Tabii lezzetli deniz böcekleri, balık, salata, tatlı ile devam eden yemek faslı gayet uzun sürdü. Sonrasında çaylar da içildi. Kediler de olmasa benden keyiflisi yoktu hani.
Tabii kısa da olsa etrafı gezmeden, hediyelik eşyalara bakmadan olmazdı. Sanki İstanbul’un dışında küçük bir sahil kasabasında gibiydik. Tek fark çok fazla aracın olmasıydı. Bir de arabaların içeriye girmesini engelleyip biraz daha uzakta bıraksalar burası çok daha keyifli hale gelir diye düşündük. Dar sokaklarda kahvelerde oturan ve gazete okuyan yaşlı amcalar, etrafta cirit atan kedileriyle tam bir sahil kasabası…
Dönüşte arabayı bıraktığımız otoparkı bulmak için 3 ayrı sokağa girdik. Anadolu Kavağı’na gidip küçücük alanda otoparkı bulamamayı da başarmıştık :) Gerçi bu sayede fazladan birkaç sokak daha görmüş olduk.

Anadolu Kavağı’na yıllar önce babam bizi getirmişti. O gün yanımızda aile dostlarımız Hava teyze, kızı Ayşe abla ve torunları da vardı. Piknik yaparken orada yaşayanlardan birinin ineğinin neredeyse Pınar’a vuracak olması bazen aramızda bahsi geçen bir hikayedir. Ama şimdi gezdiğim yer ile o zaman gittiğim yer o kadar farklı ki. Zaman her yeri olduğu gibi burayı da çok değiştirmiş ve kalabalıklaştırmış. O gün deniz yoluyla döndüğümüzü hatırlıyorum. O yüzden İskeleye yanaşan vapurları da görünce buraya deniz yolu ile nasıl gelineceğine bakmak üzere İskele’ye gittim. Sarıyer’e yapılan tarifeli seferler var. Bunlardan başka Beşiktaş ve Kabataş’a da uğrayan gezi motorları ile de gidilebiliyormuş. Ama bizim gibi Anadolu Yakasında oturanların tek şansı karayolu. Tekrar özel araba ile gelme fırsatı bulamayabiliriz. Yoğun trafiği göze alabilirsek belki Kadıköy’den kalkan otobüslerle bir gün yine geliriz.

Bir Pazar günümüz daha değerlendirmiş olduk. İstanbul’da kendimize günlük tur düzenledik. Görmediğim yeni yerler görmüş olmak çok hoşuma gitti. İstanbul’da bilmediğimiz, görmediğimiz çok fazla yer var. Bunu daha sık yapmalıyız diye düşünüyorum.

18 Mart 2013 Pazartesi

Küçük İnsanlar ve Kitap Okuma Alışkanlığı

 


Geçen akşam televizyonda izlediğim bir programda Zülfü Livaneli kendi hayatını anlatıyordu. Şarkıları, kitapları veya siyasi görüşlerinden daha çok ilgimi çeken şey kitap okuma alışkanlığını nasıl edindiği oldu.
Zülfü Livaneli ilkokula giderken, babası onun adına 5 ayrı çocuk dergisine abonelik yaptırmış.
Bu dergiler sayesinde okuma alışkanlığını kazandığını anlatırken hissettiklerini de şöyle dile getiriyordu:
’Dergileri bir adam kapıya getirdiğinde bu dergiler benim adıma geldiği için çok mutlu oluyor ve bir o kadar da gururlanıyordum.’
Bir çocuğun kitap okuma alışkanlığı edinmesiyle birlikte o yaşlarda bu duyguyu yaşaması ne kadar güzel bir şey diye düşündüm ve aklıma yıllar önce yeğenlerim 8-9 yaşlarındayken doğum günlerinde aynı şeyi onlar için benim de yaptığım aklıma geldi. Büyük yeğenim hayvanları çok sevdiği için 'National Geographic Kids', küçük olan için de ‘Bilim Çocuk’ dergisine onlar adına abonelik yaptırmıştım. Ama maalesef kitap okuma alışkanlığı kazanamadılar!!
Dün görüştüğümüzde, o dergileri aldıklarında ne hissettiklerini ve hatırlayıp hatırlamadıklarını sordum.
Yaşça büyük olan yeğenim olayı hatırlamakta bile zorlandı. Küçük olan ise şöyle anlattı: ‘eve benim adıma böyle bir şey gelince kendimi büyük insan gibi hissediyordum. Kuryenin uzattığı kağıdı imzalarken sanki büyük bir işe imza atıyormuş gibiydim’.

Çocuk yetiştirmek elbette çok zor ama o küçük insanları birer yetişkin gibi görmek sanırım çok önemli. Ama yine de yapılan şeylerin her çocukta aynı etkiyi bırakması da tabii ki mümkün değil.
Hikaye aynı olmasına karşı yaşanan dönemin farklı olması sebebiyle birisi kitap okuma alışkanlığı edindiğini anlatıyor, bir başkası kendimi o an için çok önemli hissettim diyor, bir diğeri ise hiç hatırlamıyor veya ‘hatırlasam ne olacak ki’ modunda.

Şimdi çocukların dikkatini dağıtacak o kadar fazla konu var ki. Zülfü Livaneli belki akşamları dergilerini karıştırıyor, onlardan sıkılınca başka kitaplara yönelebiliyordu. Şimdi ise birden çok kanalı olan televizyonda çocukların ilgisini çeken bir program ya da dizi bulamazlarsa bilgisayarda çok fazla seçenekleri var. O da yeterli olmazsa ellerindeki telefonla saatlerce arkadaşlarıyla aynı muhabbetleri yapabiliyorlar. 

Hatta bazen biz büyükler bile kendimizi kaptırabiliyoruz.
Eşimle bu karmaşaya kendimizi çok kaptırmamak adına bir karar aldık. Her akşam yatmadan önce birkaç sayfa da olsa kitap okumaya çalışıyoruz.
Ne okuduğum çok da önemli değil. Her zaman okuduğum şeyler öğretici olmak zorunda değil. Televizyon ve bilgisayar dünyasında beynimi yoran şeylerden uzaklaşmak ve kendimle baş başa kalabilmek için okuyorum.

13 Mart 2013 Çarşamba

Saray, Sürgün ve Kadın



Bir kitabı bitirmenin verdiği hazzı yaşamayalı uzun zaman olmuş.
Aslında çevremdekilere göre gayet iyi bir okuyucuyum ama son okuduğum kitabı bitirmem biraz zaman aldı. Bu sürecin uzamasında kitabın 700 sayfa olmasının da etkisi var tabii :)

Kenize Murad’ın yazdığı Saraydan Sürgüne adlı kitaba bu yıl 3.kez başladım :) Yıllar önce bir arkadaşımın yazlığında kaldığım bir gece arkadaşımın önerisiyle kitaplığından alıp okumaya başladığımda hikaye çok hoşuma gitmişti fakat o dönemde iş yoğunluğumdan dolayı devam edememiştim. Sonra kitabı bir şekilde yine elime almış ve en fazla 60-70 sayfa kadar okumuş ve bırakmıştım. Şimdi bu kitabı okumak için en doğru zamandır diyerek tekrar başladım ve nihayet bu sefer bitirmeyi başardım.

Kenize Murad, kitapta annesi Selma Sultan’ın kısa ama masal gibi olan hayat hikayesini anlatmış.

Selma Sultan; V.Murat’ın kızı Hatice Sultanın 2 çocuğundan biri olarak Çırağan Sarayında dünyaya gelmiş. Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından ilan edilen Cumhuriyetin ardından Halifeliğin kaldırılması ve
Son Halife Abdülmecid’in ülkeden ayrılması ve ailesinin de ülkeden sürülmesi ile başlayan süreçte Hatice Sultan’da Mart 1924 tarihinde Lübnan’a gitmek zorunda kalmış. Fakat seçme hakkı olmayan damat, yani Selma’nın babası onlarla gitmemiş. Babasından ayrılmak zorunda kalan Selma’nın yaşadığı bu terk edilme olayı onu her zaman derinden etkilemiş.

Lübnan’da çok iyi okullarda eğitim almış olan Selma’nın ve annesinin buradaki ilk yılları Türk halkı tarafından tekrar geri çağırılacakları zamanı bekleyerek geçmiş. Fakat ilerleyen yıllarda halkın Kemalizmi ve Cumhuriyeti benimsemesiyle  ülkelerine artık geri dönemeyeceklerini kabullenmek zorunda kalmışlar.Çocukluk ve genç kızlık dönemlerinde kimseye belli edilmeyen yokluk içinde geçen yıllarda Selma ve annesinin en büyük destekçisi hiçbir zaman yanlarından ayrılmayan Haremağası Zeynel olmuş.

Zeynel’in ilerleyen yıllarda da devam eden sadakati Hatice Sultana olan aşkından mı yoksa sadece Selma’yı korumak adına verdiği sözden mi kaynaklanıyordu bunu çözemedim.

Lübnan’da iyi okullarda eğitim almasına rağmen Prenses ünvanı nedeniyle herhangi bir işte çalışmayı kendine yediremeyen Selma, arkadaşları ile gece gezmelerine katılıyor, ailece yaşanılan yoksulluğa rağmen sosyetenin her türlü eğlencesinde yer alıyor. Bu toplantılardan birinde tanıştığı Vahit ile yaşadığı aşk, Vahit’in onu terk etmesiyle sona eriyor. Babasından sonra sevdiği ilk adam tarafından da terk edilmiş olmanın etkisi ve yoksul bir prenses olmanın ona ve ailesine hiçbir şey kazandırmaması sebebiyle hiç tanımadığı bir Hintli bir Raca ile evlenmeyi kabul ediyor. Böylece gerçek bir prenses oluyor ve Rani ünvanını alıyor.

Hasta annesini Lübnan’da bırakarak Haremağası Zeynel ile gittiği Hindistan’da yaşadıkları gerçekten masal gibi. Lübnan’da sürdürdüğü çok rahat bir yaşamdan sonra buradaki kısıtlamalar, kocasının ablasının kötü davranışları, Selma’yı hiçbir zaman onun istediği gibi sevemeyen kocası ve orada yaşadığı yıllarda Hindistan’ın durumu çok detaylı bir şekilde anlatılmış. Kocası Emir’in kız kardeşi Zehra ve onun kocası ile olan hikayeleri de oldukça ilginç. Kitapta anlatılan çok çeşitli aşklar var. Bunlardan biri de Begüm Yasemin’in Selma’ya olan aşkı…

Hindistan’da tam bir esaret içinde geçen yıllar, köylü kadınların sevgi ve güvenini kazanmak için yaptıkları, üzüntüden hasta olması… Tüm bu olumsuzlukların içinde yaşama karşı direnip Hindistan’dan Paris’e gidebilen bir kadın Selma. Burada tanıştığı Amerikalı ile yaşanan kısa ama hiç unutulmayan büyük aşk…

Paris’te Selma’ya en büyük destek, onu hiçbir zaman yalnız bırakmayan Zeynel.. O yıllarda süren savaş nedeniyle yaşanılan sıkıntılar, bu arada doğan kızının Hindistan’da esaret yaşamaması için bulduğu çözüm ve bunun sonuçları, kocasından para alamadığı için yaşadığı yoksullukla satılan elbise ve mücevherler….

Kitapta aşk, sevgi, nefret, tarih, savaş, annelik çok güzel bir şekilde anlatılmış. Prenses olarak doğan ama kendi ülkesinde yaşayamadığı Prensesliği başka bir ülkede yaşayan bir kadın var.
Ama bazen sorguluyor: Prensesliğin bedeli olarak bu esareti yaşamaya değer mi?
Çok büyük zenginlikler gördüğü gibi, aç kaldığı günleri de olmuş Selma’nın.

Annesini bir yaşındayken kaybeden Kenize Murad öylesine güzel anlatmış ki tüm olayları. Bugün elimdeki kitap bittiğinde hemen başlayacağım kitabın, Kenize Murad’ın kendi hikayesini anlatan kitap olmasını istedim. Babası ile 21 yıl sonra buluşmalarını anlattığı ‘Badalpur'un Bahçeleri’ adlı bir kitap var. ‘Saraydan Sürgüne’ adlı bu kitap gibi o da Fransızca yazılmış ama  maalesef o kitabın Türkçe çevirisi yok.