30 Aralık 2012 Pazar

Yeni Yıl







Yılbaşı gecesi dendiği zaman aklıma ilk gelen şey, ailece yenilen yemek sonrasında oynadığımız tombaladır. Ama ne oynamakJ Zaten beş kardeş olmamız nedeniyle kalabalık bir aile olduğumuz malum. Yılbaşı geceleri toplanan tombala ekibi ile yaşanan eğlenceyi anlatamam.

Alt katta oturan amcamın oğlu ve kızı, dayılarım, eşleri ve çocukları, teyzem, eşi  ve çocukları, halam ve rahmetli  eniştemden oluşan yaklaşık 20 kişilik bir ekip.

Annemin yaptığı kabak tatlısı, yemeğin vazgeçilmezi olup halen en favori  tatlılarım arasındadır.
7-8 yaşlarındaydım sanırım. Ahmet eniştem, getirdiği kuruyemişlerin içinden Antep fıstığını ben çok sevdiğim için bana aldığını söylediğinde ne kadar da sevinmiştimJ
Saatlerce süren Tombala, yenilen kuruyemiş ve meyveler eşliğinde muhabbet, Babam ve Cemal dayımın dansözü beklemesi, uzun süren gecenin sonunda çocuklar ve erkekler uyuduktan sonra annem ve diğer bayanların bazen sabaha kadar süren sohbetleri, tabii sabah olduğunda bankada çalışmanın sonucu olarak sadece benim işe gidişim…
Zaman geçti,  Annem ve Babam İstanbul dışına yerleşti, çocuklar büyüdü. Evlenen kardeşler ve kuzenlerle birlikte aile daha da genişledi  fakat eğlence çok ayrı yerlerde farklı şekillerde yaşanmaya başladı. Çok doğal olarak herkes kendi ailesiyle, çocukları, gelinleri ve damatlarıyla veya gençler arkadaşlarıyla kutlamaya başladı. Büyükler ise bazen yalnız kaldı L

Geçen sene yılbaşı gecesi annemle yaptığımız telefon görüşmesinde halam ve eniştemin onlarda misafir olduğunu öğrendiğimde annem ve babam yalnız kalmadığı için çok sevinmiştim.  Ne de olsa Hasan Eniştem tombala ekibimizin vazgeçilmezlerinin başında geliyordu. Beraber tombala oynarlar diye düşünmüştüm. Bilemedik son yılbaşı gecesi olduğunu. O, aramızdan öyle ani bir şekilde ayrıldı ki. Yarın akşamı düşününce O’nu çok özlediğimi fark ettim. Umarım uzun yıllar boyunca tekrar böyle bir kaybımız olmaz.
Her gece yatıp dualarımı okuduktan sonra dilek dilerken, ailem ve tüm sevdiklerim  için önce sağlık ve huzur dilerim diğer talepler sonra gelir. Başkaları adına sağlık ve huzurdan başka özel bir şey dilemem benJ Sevdiklerimin  gönlünde her ne varsa ona kavuşsun diye dua ederim. Çünkü herkesin dileği ve isteği farklıdır. Bazılarının önceliği araba veya evdir. Bazıları işinde kariyer ve bol para peşindedir. Bazıları sevgili ister, bazıları da uzun zamandır beraber olduğu sevgilisiyle evlenmek :)

Biten yılın ardından yeni  gelen yılı her seferinde yeni umutlarla ve büyük heyecanla karşılıyoruz. Geçen yılda gerçekleştiremediklerimiz için yeni bir fırsat elimize geçtiği için her şeye en baştan başlayalım diyoruz. Aldığımız biletlere para çıkarsa ne yapacağımızı düşünmeden edemiyoruzJ
Umuyorum ki herkes 2013 yılından beklentisi neyse ona kavuşsun.Sağlık ve Huzur her zaman olsun.

9 Aralık 2012 Pazar

Kürk Mantolu Madonna



Sabahattin Ali’nin yazdığı ‘Kürk Mantolu Madonna’ adlı kitap, aylar önce kız kardeşim okurken gördüğümde ismi nedeniyle ilgimi çekmişti.
’Güzel bir kitap okumanı öneririm’ dediğinde ise o sırada okumakta olduğum başka bir kitap olduğu için ilgilenmemiştim.
Geçen hafta aynı kitabı bir arkadaşımın okuduğunu ve beğendiğini öğrendiğimde ise ‘tekrar tekrar karşıma çıkan bu kitabı artık okumam gerekiyor demek ki’ diyerek okumaya başladım.

Sabahattin Ali hakkında hiçbir şey bilmediğim gibi daha önce de hiç kitabını okumamıştım.
1948 Yılında henüz 41 yaşındayken ölen yazarın 1943 yılında yazdığı romanın dili bana pek ağır geldi açıkçası.
2012 yılında üçüncü baskısı yapılan romanın önsöz bölümünde; ’Dostoyevski ve Gogol’ün çağrışımlarını taşımaktadır’ şeklinde bir ibare var.Genel olarak daha basit kitaplar okuduğum için olsa gerek bu kitabı çok rahat okuyamadım.

Bilmediğim çok fazla kelime içeren romanda, olaylar ve mekanlar öylesine detaylı bir şekilde anlatılmış ki bu kadar detay bana biraz fazla geldi.
Gerçi bu konu, önsöz kısmında ’Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın dil zenginliği’ olarak tanımlanmış. Bu tanımlamayı okuyunca kendimi kötü hissettim. Okuduğum basit kitaplar dışında daha sık bu tarz kitaplar okumalıyım galiba diye düşündüm J

Romanın anlattığı konu ise şöyle:
İşe yeni başlayan bir genç, kendi halinde yaşayan ve kimseyle muhatap olmayan mesai arkadaşı Raif Bey’in hayatını merak ediyor.
Onunla arkadaşlık kuruyor ve evindeki yaşamı görmek için evine gidip gelmeye başlıyor. Tanıştıklarında hasta olan Raif Bey, zaman sonra ölüm döşeğindeyken arkadaşından; işyerinde oturduğu masanın çekmecesinde sakladığı defteri yakmasını istiyor. Raif Bey’in neler yaşadığını ve gerçekte nasıl bir insan olduğunu çok merak eden genç onu ikna ederek bu defteri okumaya başlıyor.

Havran’da sabun fabrikası ve zeytinlikleri olan bir babanın tek oğlu olan Raif, sessiz geçen bir çocukluktan sonra okumak üzere geldiği İstanbul’da resim dersleri almış. Çok fazla kitap okuyan ve hayal dünyasında yaşayan Raif, İstanbul macerasından sonuç alamayınca babası tarafından Berlin’e gönderilir. Amaç, burada sabun işini öğrenmesi ve döndüğünde fabrikanın başına geçmesidir.
Berlin’de kaldığı pansiyondaki insanlar dışında kimseyle arkadaşlık etmeden geçen uzun zaman içinde Almanya’ya gelme amacını unutmuş ve sadece Avrupa’yı tanımak için seyahatler yapmış.
Bir gün, resme olan ilgisiyle uğradığı resim galerilerinden birisinde kürk mantolu bir kadın portresinin önünde mıhlanmış gibi saatlerce durmuş, uzun uzun resmi incelemiş ve bu hayranlık nedeniyle sonraki günlerde her gün aynı saatte o galeriye giderek o resmi izlemiş.Ta ki resmi yapan kadın ressamın yanına gelip onunla sohbet ettiği güne kadar. Bu olaydan sonra galeriye gitmeye utanmış.
Bir gece tesadüfen portredeki kürk mantolu kadını gördüğünde ise büyük şaşkınlık yaşamış ve onu takip etmiş. Hayatına tesadüfen giren bu kadın ile yaşadığı ilişkinin boyutu,
beraber yaptıkları sohbetler, ilerleyen zamanda neler yaşadıkları ve bu iki kadının bağlantısı anlatılıyormuş defterde.
Tabii öylesine detaylı anlatılmış ki; adamın heyecanları, umutları, umutsuzlukları ve hayatının amacı çok net. Ama sonrasında ikisinin neler yaşadıklarını ve yaşananların hayatları nasıl etkilediğini anlatmıyorum. Belki kitabı okursunuz diyeJ

Ama bu kitabı bitirdiğimde düşünmeden edemedim.
Böylesine büyük tutkulu aşklar var mıdır? Hayatta herhangi bir şey bu kadar önemsenebilir ve hayatın odak noktası yapılabilir mi?
Yoksa bu duygular abartılarak sadece kitaplarda mı anlatılır?

2 Aralık 2012 Pazar

Perşembe akşamı sinema

Perşembe akşamı yine bir film izlemek üzere CKM’deydik.

Bu sefer Cinemaximum’dan doğum günü hediyesi olarak gelen çift kişilik sinema biletimizle film daha da keyifli olacak diyerek gittik sinema salonuna.
Ama hangi filme gireceğimize karar vermek biraz zaman aldı.
Eşim de ben de sonunun kötü bittiğini bildiğimiz, içimizi sıkacak Türk filmlerini izlemek istemiyorduk.
James Bond filminin seansı çok geç saatteydi.
Alacakaranlık serisinin önceki filmlerini ben izlemediğim için yeni film de cazip gelmiyordu.
En son ‘Mutluluk Asla Yalnız Gelmez’ adlı filmde karar kıldık.Daha doğrusu o filmde Sophie Marceau’nun oynadığını görünce eşim karar verdiJ
Film, daha önce izlediğim Fransız filmlerinden farklı olarak daha sıcak geldi bana.
Filmin‘Romantik Komedi’ türünde olduğu söylense de bence filmdeki komedi unsuru, başroldeki kadının sakarlıklarından oluşan birkaç sahne ve küçük çocuğun yer aldığı sahnelerle sınırlı kalmış.
Konu itibariyle bence çok Türk filmi tadında olmuş.Çağan Irmak’ın ‘Issız Adam’ filminin olumlu biten versiyonu sanki.Ama ‘Issız Adam’ filmi kadar yankıuyandırması mümkün değil tabii ki.
Başroldeki erkek karakter Sacha, para kazanmak adına pek bir şey yapmayan, gecelik ilişkiler yaşayan bir piyanist.
Bayan karakter Charlotte ise çok zengin bir işadamının eski karısı. 3 çocuğuyla birlikte henüz boşanmadığı eski eşine yakın oturuyor ve maddi olarak ona bağımlı yaşıyor.
Bir tesadüfle karşılaşmaları sonucunda aşk yaşamaya başlıyorlar.

Çocuklardan nefret eden Sacha, çocuklarla kaynaşıyor, onlarla olmaktan keyif alıyor, sorumluluk almaya başlıyor ve gecelik ilişkilerine son veriyor. Ama iş hayatıbir türlü düzene girmiyor.

Hayatlarındaki farklılıklar sonucunda ayrılmaya karar veriyorlar. En yakın arkadaşı ile beraber uzun zamandır üzerinde çalıştıkları gösteri için Brodway’den teklif alan Sacha, unutamadığı Charlotte ile görüşmek istiyor.Eğer O kal derse kalacaktır. Ama Charlotte ile daha önce görüşen yakın arkadaş, onun bu işi kaçırmaması için kadını ikna ediyor. Böylece kadın; eski eşine döndüğünü, alışık olduğu düzeni bırakamayacağını söylediğinde Sacha New York macerasından bahsetmiyor bile.
Büyük üzüntü ile ayrılan çiftimiz kendilerine ayrı dünyalar kurmaya çalışırken; Kadın eşine rest çekiyor, kendi ayakları üzerinde durmaya karar verdiğini ve boşanacağını söylüyor, yeni eve taşınarak kendine yeni bir hayat kurmaya karar veriyor. Adam ise hazırladığı gösteriye yoğunlaşıyor Brodway’de olmanın verdiği motivasyonla işine odaklanıyor ve başarılı oluyor.
Charlotte, bir gün tesadüfen adamın Brodway’den teklif almasının arkasında eski kocasının olduğunu öğreniyor.(Bu sahnede kötü eski koca rolüne de Zafer Algöz’ü pek yakıştırdım nedense)
Arkadaşlarıvasıtasıyla gerçeği yeni öğrenen adam ise hemen kadının yanına gidiyor ve bundan sonra mutlu mesut yaşıyorlar.
Konu çok tanıdık geldi değil mi. Bence Özcan Deniz bu filmi de çeker yakındaJ
Ama itiraf etmeliyim ki 46 yaşında olduğunu öğrendiğimde çok şaşırdığım Sophie Marceau’nun güzelliği ve fiziği de gerçekten yabana atılacak cinsten değil.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Yolcu ve Abbas

japon balığı İki küçük prenses var ailemizde. Bu prenseslerin bana yaptıkları sürprizler hayatımın en güzel anıları arasında kalacak her zaman.
İlk ve en büyük sürprizlerini yıllar önce yapmışlardı. Asla unutamayacağım bir anıdır bu.

Üçümüz beraber gittiğimiz alışveriş merkezinde gezinirken bana dönüp ‘teyze sen burada bekle bizim 10 dakikalık bir işimiz var hemen geleceğiz’ dediklerinde, önce tereddüt ettim çünkü ancak 8-9 yaşlarındaydılar.Sonra, kendi başlarına bir şeyler yapabilmenin keyfini sürsünler nasıl olsa alışveriş merkezindeyiz diye düşünerek ‘olur’ demiştim.Aklımca onları uzaktan izleyecektim. Ama onları takip etmeyeceğime dair söz verdirdilerJ
10-15 dakika sonra geldiklerinde ellerinde kocaman bir paket vardı ve bana hediye almışlardı. O paketi açarken yaşadıkları sevinçlerini, gülmelerini asla unutmayacağım.
Ellerinde bulunan harçlıklarıyla bana oyuncakçıdan bir oyuncak koyun almışlardı ama o kadar şirinlerdi ki. ‘Sen hep bize hediye alıyorsun o yüzden biz de sana sürpriz yapmak istedik’ dediklerinde dünyalar benim olmuştu.

Bu seneki doğum günü hediyelerim arasında da, yeğenlerimin aldığı iki küçük ‘Japon balığı’ vardı. Çok değerli hediyelerim oldu bu sene ama bunların yeri başka açıkçası.

İki gün önce onların evinde balıklarını görüp çok beğendiğimi söylediğim için hemen alıp getirmişler.

Birkaç yıl önce aldığım balıklarımın en fazla 15 gün yaşamış olması nedeniyle önce biraz endişelendim açıkçası. Çünkü ben hediyelere çok fazla önem veririm ve sevdiklerimden gelen önemli bir mesaj telefonumdan yanlışlıkla silinse bile ağlayabilecek birisiyim. Bu nedenle, ‘bu balıklara da bir şey olursa çok üzülürüm’ diye korktum.

Balıklarımı eve getirdikten sonra eşimle beraber ne isim versek diye düşünmeye başladık.
Eşim,Bak birisinin üzerinde yol gibi bir lekesi var derken
Ben,Umarım uzun süre yaşarlar bunlar çabuk ölüyorlar maalesef
dediğimde Eşim ‘Yolcudur Abbas bağlasan durmaz diyerek’ balıkların isimlerini koymuştu bileJ
Böylece evimize giren ilk hayvanların isimleri belirlenmiş oldu: Yolcu ve Abbas…

Balıkların bakımı konusunda gösterdiğim hassasiyete eşim bile şaşırıyor. Çiçeklerimizi bazen sulamayı unuttuğum için balıkları da aç bırakmamdan korkuyordu ama benden beklenmeyen bir performansla ilgileniyorum onlarla. Yani onlara bir şey olursa bakımsızlıktan değil:)

Uzun lafın kısası: Cumartesi akşamı evimize gelen balıklardan ‘Yolcu’ maalesef ismine uygun davrandı ve Pazartesi akşamı aramızdan ayrıldı L

Artık sadece ‘Abbas’ ile beraberiz.

Prenseslere nasıl söyleyeceğimi bilemediğim için böyle bir çözüm buldum kendimceJ