9 Aralık 2012 Pazar

Kürk Mantolu Madonna



Sabahattin Ali’nin yazdığı ‘Kürk Mantolu Madonna’ adlı kitap, aylar önce kız kardeşim okurken gördüğümde ismi nedeniyle ilgimi çekmişti.
’Güzel bir kitap okumanı öneririm’ dediğinde ise o sırada okumakta olduğum başka bir kitap olduğu için ilgilenmemiştim.
Geçen hafta aynı kitabı bir arkadaşımın okuduğunu ve beğendiğini öğrendiğimde ise ‘tekrar tekrar karşıma çıkan bu kitabı artık okumam gerekiyor demek ki’ diyerek okumaya başladım.

Sabahattin Ali hakkında hiçbir şey bilmediğim gibi daha önce de hiç kitabını okumamıştım.
1948 Yılında henüz 41 yaşındayken ölen yazarın 1943 yılında yazdığı romanın dili bana pek ağır geldi açıkçası.
2012 yılında üçüncü baskısı yapılan romanın önsöz bölümünde; ’Dostoyevski ve Gogol’ün çağrışımlarını taşımaktadır’ şeklinde bir ibare var.Genel olarak daha basit kitaplar okuduğum için olsa gerek bu kitabı çok rahat okuyamadım.

Bilmediğim çok fazla kelime içeren romanda, olaylar ve mekanlar öylesine detaylı bir şekilde anlatılmış ki bu kadar detay bana biraz fazla geldi.
Gerçi bu konu, önsöz kısmında ’Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın dil zenginliği’ olarak tanımlanmış. Bu tanımlamayı okuyunca kendimi kötü hissettim. Okuduğum basit kitaplar dışında daha sık bu tarz kitaplar okumalıyım galiba diye düşündüm J

Romanın anlattığı konu ise şöyle:
İşe yeni başlayan bir genç, kendi halinde yaşayan ve kimseyle muhatap olmayan mesai arkadaşı Raif Bey’in hayatını merak ediyor.
Onunla arkadaşlık kuruyor ve evindeki yaşamı görmek için evine gidip gelmeye başlıyor. Tanıştıklarında hasta olan Raif Bey, zaman sonra ölüm döşeğindeyken arkadaşından; işyerinde oturduğu masanın çekmecesinde sakladığı defteri yakmasını istiyor. Raif Bey’in neler yaşadığını ve gerçekte nasıl bir insan olduğunu çok merak eden genç onu ikna ederek bu defteri okumaya başlıyor.

Havran’da sabun fabrikası ve zeytinlikleri olan bir babanın tek oğlu olan Raif, sessiz geçen bir çocukluktan sonra okumak üzere geldiği İstanbul’da resim dersleri almış. Çok fazla kitap okuyan ve hayal dünyasında yaşayan Raif, İstanbul macerasından sonuç alamayınca babası tarafından Berlin’e gönderilir. Amaç, burada sabun işini öğrenmesi ve döndüğünde fabrikanın başına geçmesidir.
Berlin’de kaldığı pansiyondaki insanlar dışında kimseyle arkadaşlık etmeden geçen uzun zaman içinde Almanya’ya gelme amacını unutmuş ve sadece Avrupa’yı tanımak için seyahatler yapmış.
Bir gün, resme olan ilgisiyle uğradığı resim galerilerinden birisinde kürk mantolu bir kadın portresinin önünde mıhlanmış gibi saatlerce durmuş, uzun uzun resmi incelemiş ve bu hayranlık nedeniyle sonraki günlerde her gün aynı saatte o galeriye giderek o resmi izlemiş.Ta ki resmi yapan kadın ressamın yanına gelip onunla sohbet ettiği güne kadar. Bu olaydan sonra galeriye gitmeye utanmış.
Bir gece tesadüfen portredeki kürk mantolu kadını gördüğünde ise büyük şaşkınlık yaşamış ve onu takip etmiş. Hayatına tesadüfen giren bu kadın ile yaşadığı ilişkinin boyutu,
beraber yaptıkları sohbetler, ilerleyen zamanda neler yaşadıkları ve bu iki kadının bağlantısı anlatılıyormuş defterde.
Tabii öylesine detaylı anlatılmış ki; adamın heyecanları, umutları, umutsuzlukları ve hayatının amacı çok net. Ama sonrasında ikisinin neler yaşadıklarını ve yaşananların hayatları nasıl etkilediğini anlatmıyorum. Belki kitabı okursunuz diyeJ

Ama bu kitabı bitirdiğimde düşünmeden edemedim.
Böylesine büyük tutkulu aşklar var mıdır? Hayatta herhangi bir şey bu kadar önemsenebilir ve hayatın odak noktası yapılabilir mi?
Yoksa bu duygular abartılarak sadece kitaplarda mı anlatılır?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder