Sabahattin
Ali’nin yazdığı ‘Kürk Mantolu Madonna’ adlı kitap, aylar önce kız kardeşim
okurken gördüğümde ismi nedeniyle ilgimi çekmişti.
’Güzel
bir kitap okumanı öneririm’ dediğinde ise o sırada okumakta olduğum başka bir
kitap olduğu için ilgilenmemiştim.
Geçen
hafta aynı kitabı bir arkadaşımın okuduğunu ve beğendiğini öğrendiğimde ise
‘tekrar tekrar karşıma çıkan bu kitabı artık okumam gerekiyor demek ki’ diyerek
okumaya başladım.
Sabahattin
Ali hakkında hiçbir şey bilmediğim gibi daha önce de hiç kitabını okumamıştım.
1948
Yılında henüz 41 yaşındayken ölen yazarın 1943 yılında yazdığı romanın dili
bana pek ağır geldi açıkçası.
2012
yılında üçüncü baskısı yapılan romanın önsöz bölümünde; ’Dostoyevski ve
Gogol’ün çağrışımlarını taşımaktadır’ şeklinde bir ibare var.Genel olarak daha
basit kitaplar okuduğum için olsa gerek bu kitabı çok rahat okuyamadım.
Bilmediğim
çok fazla kelime içeren romanda, olaylar ve mekanlar öylesine detaylı bir
şekilde anlatılmış ki bu kadar detay bana biraz fazla geldi.
Gerçi
bu konu, önsöz kısmında ’Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın dil zenginliği’
olarak tanımlanmış. Bu tanımlamayı okuyunca kendimi kötü hissettim. Okuduğum
basit kitaplar dışında daha sık bu tarz kitaplar okumalıyım galiba diye
düşündüm J
Romanın
anlattığı konu ise şöyle:
İşe
yeni başlayan bir genç, kendi halinde yaşayan ve kimseyle muhatap olmayan mesai
arkadaşı Raif Bey’in hayatını merak ediyor.
Onunla
arkadaşlık kuruyor ve evindeki yaşamı görmek için evine gidip gelmeye başlıyor.
Tanıştıklarında hasta olan Raif Bey, zaman sonra ölüm döşeğindeyken
arkadaşından; işyerinde oturduğu masanın çekmecesinde sakladığı defteri
yakmasını istiyor. Raif Bey’in neler yaşadığını ve gerçekte nasıl bir insan
olduğunu çok merak eden genç onu ikna ederek bu defteri okumaya başlıyor.
Havran’da
sabun fabrikası ve zeytinlikleri olan bir babanın tek oğlu olan Raif, sessiz
geçen bir çocukluktan sonra okumak üzere geldiği İstanbul’da resim dersleri
almış. Çok fazla kitap okuyan ve hayal dünyasında yaşayan Raif, İstanbul
macerasından sonuç alamayınca babası tarafından Berlin’e gönderilir. Amaç,
burada sabun işini öğrenmesi ve döndüğünde fabrikanın başına geçmesidir.
Berlin’de
kaldığı pansiyondaki insanlar dışında kimseyle arkadaşlık etmeden geçen uzun
zaman içinde Almanya’ya gelme amacını unutmuş ve sadece Avrupa’yı tanımak için
seyahatler yapmış.
Bir
gün, resme olan ilgisiyle uğradığı resim galerilerinden birisinde kürk mantolu
bir kadın portresinin önünde mıhlanmış gibi saatlerce durmuş, uzun uzun resmi
incelemiş ve bu hayranlık nedeniyle sonraki günlerde her gün aynı saatte o
galeriye giderek o resmi izlemiş.Ta ki resmi yapan kadın ressamın yanına gelip
onunla sohbet ettiği güne kadar. Bu olaydan sonra galeriye gitmeye utanmış.
Bir
gece tesadüfen portredeki kürk mantolu kadını gördüğünde ise büyük şaşkınlık
yaşamış ve onu takip etmiş. Hayatına tesadüfen giren bu kadın ile yaşadığı
ilişkinin boyutu,
beraber
yaptıkları sohbetler, ilerleyen zamanda neler yaşadıkları ve bu iki kadının
bağlantısı anlatılıyormuş defterde.
Tabii
öylesine detaylı anlatılmış ki; adamın heyecanları, umutları, umutsuzlukları ve
hayatının amacı çok net. Ama sonrasında ikisinin neler yaşadıklarını ve
yaşananların hayatları nasıl etkilediğini anlatmıyorum. Belki kitabı okursunuz
diyeJ
Ama bu
kitabı bitirdiğimde düşünmeden edemedim.
Böylesine
büyük tutkulu aşklar var mıdır? Hayatta herhangi bir şey bu kadar önemsenebilir
ve hayatın odak noktası yapılabilir mi?
Yoksa
bu duygular abartılarak sadece kitaplarda mı anlatılır?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder