31 Mayıs 2011 Salı

19-22 Mayıs 2011 GAP Turu (4)

 22 Mayıs Pazar

Sabah kahvaltı sonrası Harbiye şelalelerinde yapılan ufak bir gezinti ve fotoğraf çekimi sonrasında saat 10.30 gibi tekrar yola çıktık. Mozaik tablolar ve oniks heykeller yapan bir beyin atölye olarak da kullandığı evini ziyaret ettik.








Samandağ ilçesi, 14 km.uzunluğundaki sahili, St.Simon manastırı ve yakınlarındaki rüzgar gülleri, Titus tüneli ve anıt ağaç ilan edilen Hz.Musa ağacı ile  gerçekten görülmesi gereken bir yer.







Bizim ilk durağımız Aziz Simon manastırı oldu.
Antakya-Samandağ arasında bulunan manastır kalıntıları , Aknehir beldesi sınırlarında bir tepe üzerinde yer alıyor.Tepenin yüksekliği 480 metreymiş. Rehberimiz, Antakyalı Aziz Simon'un bir sütun üzerinde 40 yıl yaşadığını ve ölümünden sonra buraya manastır yapıldığını anlattı.

Efsaneye göre, din eğitimini çok küçük yaşlarda almaya başlayan ve o tarihten sonra kendini tamamen Tanrı'ya adayan St. Simon'un bugün "mucizeler dağı" olarak adlandırılan tepeye gelip, burada yaşamaya başladığı söyleniyor. Adı günden güne herkes tarafından duyulup ziyaretçi akınına uğramaya başlayan St. Simon'un yaşı küçük olmasına rağmen hastalara şifa veriyor olması nedeniyle şöhreti artınca yaşadığı yerin "Mucizeler Dağı" ismini  almış.       

Manastır sonrasındaki güzergahımız Beşikli mağara da denilen Kral mezarları oldu. Mezarlara ulaşmak için biraz yürümemiz gerekti.Yol üstünde gözleme yapan genç kızlar ve defne yağı satan küçük çocuklar vardı.
Dik kayalar oyularak yapılan 93 adet mezar varmış burada.


Kaya mezarlığına oldukça yakın bir yerde bulunan Titus tünellerine gitmek üzere oradan ayrılmadan önce tabii ki gözlemecilerin yanında kısa bir mola verildi ve gözlemeler yenildi:)


Titus tünelleri şehrin sel suları altında kalmasını engellemek üzere yapılmış ve bir kısmı tamamen karanlıkta kalıyormuş. Birkaç arkadaşla beraber bir kısmını yürüdük fakat arkadaşlar bizi beklediği için geri dönmek zorunda kaldık.



Artık öğle yemeğinin vakti gelmişti. Samandağ sahil kenarında bir balık rest. gitmek üzere yola çıktık.
Sahilde yer alan Hızır türbesinin yanından geçtik ve geri döndük. Ben ne olduğunu anlamaya çalışıyordum ki türbenin etrafında bir kez daha döndük ve sonra bir kez daha. Araçlar, yolun ortasında bulunan bu türbenin etrafında 3 kez dönmeden gitmiyormuş.

Burada  Hz.Hızır ve Musa Peygamberin buluştuğuna inanılıyormuş.Her yıl 23 Nisan tarihinde tören yapılıyor, Hristiyanlar  ve müslümanlar  burada ettikleri  dualarının gerçekleşeceğine inanıyorlarmış.

Oldukça uzun bir sahili var Samandağ ilçesinin. Biz türbenin yakınlarında bir balık rest. girdik hemen. Bazı arkadaşlarımız sahile gitmişlerdi fakat bizim önceliğimiz her zamanki gibi yemekti:)
Burada Cemile Hanım,eşi çetin bey, Emre ile annesi ve babası ile gayet keyifli bir sohbet eşliğinde yemeğimizi yedik. Hayatımdaki başka bir ilki de gerçekleştirdim burada. Lagos balığı. Oldukça lezzetli ama birazcık pahalı bir balık...

Yemek sonrası Hıdırbey köyüne gittik. Burada gördüğümüz şey, dere kenarında bulunan ve çevresi 20 metre uzunluğunda olan 'Musa Ağacı' oldu.


Musa ağacı ile ilgili mitolojik hikâyeye göre;
Hz Hızır ile Hz. Musa’nın Samandağ buluşmasından sonra Hz. Musa, Musa Dağı’na çıkmak üzere yola çıkar. Hıdırbey köyündeki Musa Ağacı’nın bulunduğu yere geldiğinde çok susar. Bastonunu bu ağacın bulunduğu yere sapladıktan sonra, hemen yanındaki dereye su içmeye gider. Su içip döndüğünde ise, yere diktiği bastonunun bir çınar filizi haline geldiğini ve yeşerdiğini  görür.
Çevresi 20 metreyi bulunan çınar ağacının içinde yer alan boşlukta eskiden bir köylü berber dükkanı açarak işletmiş.Fakat ağacı korumak adına kökün bir kısmı toprağa gömüldüğünden şu anda böyle bir boşluk yok.

Buraya çok yakın olan Vakıflı Köyü'ne çıktık. 35 Haneden oluşan bu köyün özelliği, nüfusunun tamamı Ermenilerden oluşan tek köyümüz olması.
Ama benim en çok beğendiğim yanı ise çok temiz ve bakımlı olmasıydı.

Köydeki kiliseyi ziyaret ettikten sonra, köyde yaşayan kadınların yaptıkları ve kilisenin avlusunda yer alan dükkanlarda sattıkları likörleri tattık.

Artık Antakya Merkeze dönme vakti gelmişti. Akşam yemeği için arkadaşlar tekrar Anadolu Rest.yerlerini almıştı.
Ben  rehberimize ısrarla Antakya'nın dar sokaklarını görmek istediğimi söyledim. 'Asi' dizisinde görüp bayıldığım o dar sokakları ve taş evleri görmeden dönmek istemiyordum.


Israrımı anlamayan arkadaşların bakışları arasında rehberimiz, eşim ve ben  'Eski Antakya' denen şehir meydanının üst kısmını gezmek üzere yola çıktık...


Antakya sokaklarında dolaşırken önünden geçtiğimiz bir evin kapısının üstünde gördüğüm tokmak ilgimi çekti.
Diğer evlerden farklı gözüküyordu.Rehbere sorduğumda cevap alamadığım  için ben de dönünce araştırdım yine...


Kapı kanadı üzerinde rastlanan çift tokmaklardan büyük olanını eve gelen beyler, küçük olanını hanımlar kullanırmış. Bunun anlamı örneğin evde, avluda, başı açık hanımlar topluca sohbet ediyorlarsa, çalınan büyük tokmak sesi dışardan gelenin bir erkek olduğunu içerdekilere belli edermiş. küçük tokmak sesi de bir hanımın eve geldiğini fısıldıyor. Kapı açılana dek beylerin toparlanmalarını sağlıyormuş.
Tokmaklar arası iki kanada bağlı ip veya bezler ev sahibinin dışarda olduğunu belirtir, diğer bir değişle "evde yokum" mesajını iletirmiş. Tek tokmakta bağlı aşağı sarkan ip, "kapıyı çalabilirsiniz evdeyim" demek oluyormuş.

Dar sokaklarda yürümek çok hoşuma gitti.'Israrcı olmakla ne iyi yapmışım' diye düşündüm.


Yürüyüşümüz sırasında dikkatimizi çeken başka bir şey de 'Yabancılar Geri Gönderme Merkezi ' tabelası oldu. Ülkemizde böyle bir kurum olduğunu öğrenince çok şaşırdım. Mültecileri geri gönderme merkezi...

Eşimin babası daha önce burada Milli eğitim bakanlığı  yapmış. Bu nedenle Milli Eğitim Müdürlüğü binasını görmek istedik fakat eski binayı bulamadık gördüğümüz bina yeni Milli Eğitim Müdürlüğü binasıydı.


Yeni Milli Eğitim Müdürlüğü binası yemek yediğimiz yere çok yakındı ve resimlerini çektikten sonra  arkadaşlarımızın yanına dönerken merkezde bulunan Pavlus Ortodoks kilisesi önümüze çıktı.


Bu kilisenin giriş kapısının üstündeki levha, sanırım farklı dinlerin bir arada yaşayabilmelerini sağlayan hoşgörüyü ortaya koyuyor.



Vaktimiz sınırlı olduğu için gezme şansımız olmamasına rağmen dışarıdan gördüğümüz diğer bir kilise de Protestan Kilisesi oldu.


Kısa gezimiz bittikten sonra arkadaşlarımızın yanına döndük. Bazıları dondurulmuş içli köfte ve künefelerini paketletmişti bile:)

Maalesef dönüş için havaalanına geldik. Ama sürprizler bitmiyor. Antakya Havaalanı o kadar güzel ki. Türkiye'de büyükşehirler dışında da böyle bir havaalanı  olduğunu görmek çok hoşuma gitti.

Evet bu geziye büyük hayallerle başlamış ve kısa zamanda da büyük hayal kırıklığına uğramıştık ama çok yer gezdik. Bu yerler hakkında edindiğimiz bilgilerin hepsini döndükten sonra edinmiş olsak da, rehberin tavırlarına bazı zamanlar sinirlensek de zor zamanların insanları birbirine bağladığının kanıtı olduk. Pek kaynaştık ve yaşadığımız her sıkıntı ya çok hem de çok güldük ... 

Gördüğümüz güzel yerler hafızamızda kalacak ama sanırım ben en fazla bu turda tanıştığım Çetin Bey 'in hikayesini hatırlayacağım. Kimbilir belki bir gün Çetin Bey'in hikayesini de yazarım.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

19-22 Mayıs 2011 GAP Turu (3)

21 Mayıs Cumartesi
Otelden sabah 9’da hareket ettik ve Antep-Antakya arasında çok eski ve kaçak malların alenen satıldığı yer olan Kilis’e uğradık. Tam da Şener Şen ve Kemal Sunal filmlerinde gördüğümüz eski anadolu kasabalarından biri burası. Bir saat kadar gezdikten sonra Yesemek Köyüne gittik. Uzaktan Suriye sınırını da gördük. Yol üstünde yer alan gelincik tarlaları muhteşemdi.












Yesemek Açık Hava Müzesini’de gezdikten sonra Antakya’ya gitmek üzere saat 13.00 te tekrar yola çıktık. Yesemek Açıkhava müzesi hakkında pek bir bilgi alamadığımız için kalıntılardan çok oradaki çocukların fotoğrafını çektik :)










Saat 14.30 da Antakya’ya vardığımızda çok acıkmıştık. Anadolu Rest. yediğimiz kuyu kebabı  kuru olduğundan pek hoşumuza gitmedi ama bizim Antakya’ya geliş sebeplerimizden biri olan künefe muhteşemdi. Turdaki arkadaşlarla ortak kararımız: 'Antakya’da her gittiğimiz yerde künefe yemek'  oldu.
Sonraki durağımız olan Antakya Mozaik Müzesini çok beğendim. Mozaik zenginliği bakımından dünyada ikinci müzeymiş.














Orada karşılaştığım bir olay ülkemizde mozaik v.b. tarihi eserlere bizim insanımızın nasıl yaklaştığını açıkça gösteriyordu sanki.
Küçük bir çocuk yerde bulunan mozaiklere basıyordu ve turist bayan çocuğu alması için annesini uyardığında annenin bayana ters ters bakarak arkasını döndüğünde ‘sanane’ diyerek söylenmesi üzerine , Gaziantep’te Zeugma’nın kapısında şahit olduğum muhabbeti hatırladım. Kapının önünde bir bayan içeriden çıkan arakadaşına soruyor: Nasıl beğendin mi? Cevap inanılmaz: Yok  çok anlattılar diye geldim ama hiçbir şey yok içeride...
Antakya Mozaik müzesinde çok sayıda harika mozaiklerin yanısıra görülmeye değer heykel ve mermer mezarlar da yer alıyor.



St.Pierre-Aizi Petrus Kilisesini (Sen Piyer mağarası) gezdik. İlk Hristiyanların mağaralara oyarak yaptığı bu kilisede toplantılar yaptığını ve burayı Hristiyanlığı yaymak için kullandıklarını öğrendik.





Kilisenin bahçesinden baktığımızda sanki tüm Antakya karşımızdaydı.



Antakya mıdır? yoksa Hatay mıdır? diye merak ederseniz:
2 Eylül 1938 Tarihinde Hatay Devleti kurulmuş. 10 ay sonra 16 Haziran 1939 tarihinde TBMM'nin kararıyla Türkiye-Hatay arasındaki sınır çizgisi kaldırılmış ve 23 Temmuz 1939 da kışlaya bayrak çekilmesiyle Hatay anavatana katılmış. Antakya ise Hatay ilinin merkez ilçesiymiş.

Antakya denildiğinde Asi Nehri, farklı dinlere mensup insanların bir arada yaşaması ve künefe geliyor benim aklıma :)


 Asi Nehrinin kenarında fotoğraflarımızı çektikten sonra bu ilde çekilen ‘Asi’ dizisinden bildiğim bir mekana gittik. Dizide sabun yapılırken para atılan sahnelerin çekildiği mekan ‘VERDAA’ defne sabunlarının satıldığı mağaza.

Antakya'nın meşhurları arasında  defne ağacı ve sabunu geliyor. Defne’nin mitolojik hikayesi de oldukça etkileyici.
“Mitolojide adı hızlı çapkına çıkan ve tanrı olduğu için de kendisine karşı konulamayan, Zeus’un oğlu Işık Tanrısı Apolion, şimdiki Gümüşgöze’den Sinanlı’ya doğru inen vadiden Asi’ye dökülen derenin kenarında genç ve güzel Defne’yi görür. Çapkın Apolion, bu güzeller güzeli kızla tanışmak üzere yanına yaklaşıp konuşmak ister. Defne, Apolion’un namını duymuştur. Aklından geçenleri sezdiği, niyetinin iyi olmadığını hissettiği için kaçmaya başlar. Defne kaçar, Apollan kovalar. Apolion’un nefesini ensesinde hissederek dere boyunca yukarıya doğru koşan ve yorulan Defne, kaçarak kurtulamayacağını anlayarak, durur. Ayağı ile toprağı kazıyarak yalvarırcasına seslenir;”Toprak ana, n’olur beni ört, beni sakla, beni koru.”
Toprak, çağrıyı duyar. Defne’nin bedeni toprağa kök salmaya, o güzelim kokulu saçları yapraklara, kolları dallara dönüşür.
Apollan şaşkına döner; karşısında yükselen defne ağacına bakar ve; “Bundan sonra sen, benim kutsal ağacım olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen yapraklarını başıma çelenk yapacağım. Değerli kahramanlar, savaşlarda zafere ulaşanlar, hep senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Şarkılarda, şiirlerde adımız yan yana geçecek” der.
Defne, Apolion’dan duyduğu bu güzel sözler üzerine dallarını eğerek onu selamlar. O gün bugündür savaşla elde edilen kahramanlıklar, güzel şiirler defne yaprağı ile taçlandırılır.”

Sonrasında katolik kilisesini gezerken, kilisede görevli bir bayandan Antakya’yı  ve bu kiliseyi dinledik. Bizim rehber de bizimle birlikte geziyordu :) Bu kiliseden aldığımız ‘Orontes Üzerinde Antakya’ isimli kitap, Antakya’yı: Havarilerin ilk defa Hristiyan adını aldıkları yer’ olarak anlatıyor.
Kilisenin iç avlusu çok güzel. Avlunun üst katına çıktığımızda kilisenin çan kulesi ve hemen yanıbaşında yer alan cami minaresini aynı karede görüntüleyebilmenin sevincini yaşadık. Antakya’nın farklı dinleri bir arada yaşatabilmesinin sembolü olan meşhur kare.

Çarşı içinde çınar altında dinlenirken ‘Asi Künefe’de 2.künefemizi de yedikten sonra, baharat ve hediyeleri koymak üzere ilave bavulumuzu da aldık. Şehir Merkezinde gezilerimizi yaptık ve bol bol fotoğraf çektikten sonra günün 3.künefesi meşhur ‘Kral künefe’de yendi:)
Antik Daphne kenti üzerine kurulu olan Harbiye mevkiinde yer alan ‘Grand Boğaziçi Otel’e yerleştikten sonra akşam yemeğimizi otelde yedik. İnanılmaz ama 4.ve günün künefesi seçtiğimiz en güzel künefeyi de yedikten sonra şelalelerin çevresinde yaptığımız yürüyüş ve arkadaşlarla çay eşliğindeki sohbet te çok ama çok keyif verdi bize.
Okuduğum başka bir blogda öğrendiğime göre uzun çarşının göbeğinde mangalda künefe pişiren Yusuf Usta'yı bulmak gerekiyormuş. Bu da tekrar Antakya'ya gidildiğinde yapılacaklar listesine eklendi:)

29 Mayıs 2011 Pazar

19-22 Mayıs 2011 GAP Turu (2)


20 Mayıs Cuma

Sabah erkenden kahvaltımızı yaptık ve yeni yerler görmek üzere yola çıktık. 8.15 te otelden hareket ettik saat 10.00 gibi yol üzerinde Birecik (Urfa Sınırı) Kelaynak Üretme Merkezinde durduk.



Dünyada soyu tükenen ve sadece Birecik’te varlıklarını sürdüren kuşlar, ilçe halkı tarafından kutsal sayılıyormuş. Geldikten sonra yerel bir gazetede okuduğum bir haber, bu kuşlara verilen önemi gösteriyor.
'2011’de Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü ile İngiliz Kraliyet Kuşları Koruma Derneği arasında bir protokol imzalandı ve 2 kelaynak, uydu vericisi takılarak, 2’si ise verici takılmadan göçe gönderildi. Vericilerden alınan bilgilerle kelaynakların göç yolları ve karşılaştıkları problemler belirlenecek, uluslararası çözümler bulunmaya çalışılacak.'

Saat 11 gibi Halfeti’ye geldik. Eşimin Babasının doğduğu yer olan Halfeti bizim için çok manidar aslında.Okumak üzere buradan Amerika’ya uzanan hikaye oldukça gurur verici. Burada aileden kimse olmadığı için sadece turistik gezi yapıyoruz.



Bindiğimiz teknedeki genç bize Birecik Baraj Gölü ve çevresini anlatıyordu. Birbirimize bakarak 'bu rehber daha iyiymiş' dediğimizi hatırlıyorum :)



Savaşan Köyünün yarısı, Birecik Barajının yapımı ile sular altında kalmış. Daha önce internette gördüğüm minareyi yakından görmek çok etkileyiciydi.



Köyde yalnız başına yaşayan yaşlı bir amca varmış sadece.
Köylerinin sular altında kalmasından memnun olanlar da varmış. Bunlardan biri de bu genç çocuğun dedesiymiş. Çünkü arazilerine karşılık devletten oldukça yüklü paralar almışlar.

Göl gezisi sırasında Rum Kaleyi de görmek istedik fakat sanırım tekne sahibi genç bize şu anda kalenin ziyarete kapalı olduğunu söyledi.



Halfeti’de göl kenarında öğlen yemeği yediğimiz yerde bunun 'bir an önce geri dönüp yeni müşteriler almak sevdasıyla' söylenmiş bir yalan olduğunu öğenince üzüldüm. Demek ki bu kaleyi gezmek için de Halfeti’ye tekrar gelmem gerekecek...



Gölün sol tarafında yer alan Halfeti, Şanlıurfa’ya bağlıymış. Sağ tarafta ise Gaziantep varmış. Tekneyi kullanan gencin söylediğine göre Halfeti’de yaşayanlar kendilerini Urfa’lı saymıyorlarmış. Onlar Gaziantep’li olduklarını söylüyorlar.

Halfeti’de öğlen yemeği için Çeşmi Han Balık Lokantasına gittik. Burada ‘Şabut Balığı’nı denemeye karar verdik. Fırat Havzasında yetişen ve dünyada başka yerlerde çok nadir bulunan Şabut balığı pek rağbet görüyormuş. Laf aramızda ben tadını pek beğenmedim...

Halfeti’ye özgü bir diğer öğe ise ‘Siyah Gül’. Dünyada sadece Halfeti'de siyah açan ve başka bir yere götürüldüğünde kızaran gülü görmek kısmet olmadı ama hediyelik eşya satan yerlerde resimlerini gördüm.



Yemek sonrası Şanlıurfa’ya gitmek üzere yola çıktık. 2.5 saat süren bir yolculuktan sonra merkezde Harran Üniversitesinin önünden geçtik ve 45 dakika daha yol gittikten sonra Atatürk Barajı’na ulaştık.



Bu barajın açılışıyla ilgili haberleri babamla birlikte izlediğimi ve çok hoşuma gittiğini hatırlıyorum. Barajı yukarıdan izlemek tabii ki çok keyifliydi.

‘Küçük bir maket veya bir film gösterisi ile enerji üretiminin nasıl olduğunu anlatan, baraj kapaklarının nasıl açıldığını gösteren bilgilerin de yer aldığı bir oluşum neden yok’ diye geçti aklımdan. İzlemek çok keyifli olabilirdi.
Tabii barajı görünce ne yaşam alanlarının bu sular altında kaldığını da düşünmeden edemiyor insan.



Baraj fotoğraflarının çekimi bitince minibüste 2.5 saat süren yolculukta arkada oturma kirası olan dondurmalarımızı yedikten sonra tekrar Urfa şehir merkezine doğru yola çıktık.

Sırada ‘Balıklı Göl’ vardı. Minibüsten inip göle doğru yürürken bizim arkadaşların gülüşmeleriyle arkama döndüm ki şoförümüz koşa koşa bize doğru geliyordu...Balıklı göl’ü rehberimiz gibi şoförümüz de görmemişti ve çok merak ediyordu.




Balıklı göl ile ilgili okuduğum rivayetlerden biri şöyle;
Nemrut, gördüğü bir rüyayı yorumlatır ve doğacak erkek çocuklarından birinin O'nu öldüreceğini söylediklerinde o yıl doğacak bütün çocukların öldürülmesini emreder.
İbrahim peygamberin annesi çocuğunu bir mağarada doğurur, çocuğu burada bırakıp tekrar evine döner. Çocuğu dişi bir ceylan emzirir. Aradan zaman geçer askerler İbrahim Peygamberi mağarada bulurlar. Nemrut'un huzuruna getirirler. Hiç çocuğu olmayan Nemrut ondan hoşlanır ve İbrahim Peygamber'i yanına alıp büyütür.


Nemrut'un zulmü, haksızlığı ve putlara tapışı, halkın da putlara tapmaya zorlanışını gören İbrahim Peygamber insanların kendi elleri ile yaptıkları bu putların Allah olmadığını söyler. Halka bu düşüncelerini anlatır. Nemrut'un evlat edindiği Zeliha ona inanır. Bir tören günü herkesin törene gittiği an Hz İbrahim sarayın putlar bölümüne girer. Bir baltayla bütün putları parçalar. Nemrut Hz.İbrahim'in yakılmasını emreder.
Her taraftan toplanan odunlar Halilürrahman gölü' nün bulunduğu yerde yığılır. Zeliha gece gündüz babasına yalvarır. Ama Nemrut'un yüreği yumuşamaz.

İbrahim, Nemrutun kalesinde bulunan sütunlar arasına gerilen halattan ateşe fırlatılır. Odun yığınlarının ortasına düşer düşmez ateş bir göle dönüşür. Atılan odunlar da balığa dönüşür. Balıklar yandıkları için üzerinde kara lekeler bulunur. Göle Halilürrahman Gölü adı verilir. Zeliha'nın göz yaşlarından oluşan hemen yanıbaşındaki küçük göle de Zeliha'nın göz yaşları anlamına gelen Aynızeliha adı verilmiştir.
Halk inanışlarında göl veya göldeki balıklar kutsal sayılmaktadır.Bu balıklara dokunanların öleceği, yada başına bela geleceğine inanılır.



Hz.İbrahim’in doğduğu mağarayı ziyaret ettikten sonra şifalı sayılan sudan da içtik ve merkezde bulunan Gümrük Han’da Menengiç kahvelerimizi içmek üzere tekrar yola çıktık. Antep fıstığı aroması ile yapılan menengiç kahvesi çok yağlı ve şekerli geldi bana tadını sevmedim.

Akşam üstü ŞANLIURFA İSOT EVİ’ne gittik. Türkiye’nin patentli isotçusuymuş kendisi. Çok renkli bir kişilik. Biber derseniz kızıyor. O, isot satıyormuş.


Bize dakikalarca kendisini ve televizyonda çıkan reklamını anlattıktan sonra isotun nasıl yapıldığını ve diğer biberlerden farkını anlattı. Ama hakkını vermeliyim oradan aldığımız isotlar ve nar ekşisi gerçekten çok başarılıydı.

Akşam yemeği için plan ‘Gülizar Konuk Evi’nde Sıra gecesine katılmaktı. Tabii yerde oturmakta zorlanan arkadaşlarımız olmadı değil...başta benim eşim :)

Maalesef türküler eşliğinde salonun ortasında yoğurulan çiğköfteler tamamen gösteri amaçlı oldu. Çünkü o kalabalıkta bize sadece ikişer adet çiğköfte düştü :(

Çıktığımızda saat 1 olduğundan başka bir yerden çiğköfte yeme şansımız da olmadı. O da aklımızda kaldı böylece:) Tekrar Gaziantep’e otelimize döndük.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

19-22 Mayıs 2011 GAP Turu (1)

Yine bir son dakika gezisi ayarladık kendimize. İzinlerimizi son anda ayarlayabildiğimiz için pek seçeneğimiz kalmamıştı. Daha önce hiç seyahat etmediğimiz bir turizm şirketi ile 19-22 Mayıs 2011 tarihli GAP turuna katılmaya karar verdik.
2 gece Gaziantep, 1 gece Antakya’da konaklayarak Adana, Gaziantep, Şanlıurfa ve Antakya’yı görecektik.



19 Mayıs Perşembe

Uçakla Adana’ya ulaştığımızda havaalanında bizi rehberimiz Süleyman Bey karşıladı. Toplam 12 kişi olacağını öğrendiğimizde, butik tur olacağı için bol bilgi alabileceğimiz keyifli bir kültür turu olacağını düşündük. Ama turdaki ilk şaşkınlığımızı 4 gün boyunca gezeceğimiz araca yerleştiğimizde yaşadık...12 kişilik ve kliması olmayan bir minibüs uygun görülmüştü. 'Son anda karar verenler için son anda organize edilen tur böyle oluyor' dedik ama sonradan anladık ki rehberimiz de son dakika rehberiydi:)

Hepimiz, Adana’yı gezmeye başlamadan önce güzel bir kahvaltı yapmak istiyorduk. Rehberimize ‘İstanbul’un kargaşasından geliyoruz doğayla iç içe yeşillikler içinde güzel bir köy kahvaltısı yapmak istiyoruz’ dediğimizde aldığımız cevap: ‘Bana söylenen yere götürebilirim sizi’ şeklinde oldu.

O’na söylenen yer baraj bölgesinde küçük bir şarküteriydi. Hem kahvaltılık malzemeler satılıyor hem de bahçeye konmuş 3-4 masada kahvaltı veriliyordu. Hemen yan binadaki inşaat ise tam da beklediğimiz şeydi...

Kahvaltı masasında hayal kırıklıklarıyla başlayan turda bizi daha nelerin beklediğini düşünürken tura katılanlarla tanışmaya başladık. Reklam ve Organizasyon işi yapan ve tura yalnız katılmış olan bayanın eşi işlerinin yoğunluğu sebebiyle yoktu. Oğullarıyla birlikte tura katılan ailedeki bayanın tam bir alışveriş canavarı olduğunu da sonradan öğrenecektik. Karı koca beraber gelen hafif toplu ama çok neşeli çiftin iki çocuğuna annelerinin baktığını öğrendik. Yeni evli başka bir çift ise tur boyunca grupla hiç konuşmadılar diyebilirim. Ama biz turdakilerle pek kaynaştık pek eğlendik.

Uçaktan indiğimizde araca en son bindiğimiz için sol arka teker üstüne kalmıştık. Önce minibüste arka dörtlü koltukta ve teker üstünde kimse oturmak istemezken ilerleyen zamanlarda aramızda bu da espri konusu olmuştu. Ön tarafta oturanlar her mola yerinde arkada oturanlara kira bedeli olarak meyve ya da kuruyemiş ısmarlıyordu.

İlerleryen zamanlarda rehberimize sorduğumuz hiçbir soruya cevap alamamak bizi çok sinirlendirse de hepimiz; ‘bu olumsuzlukların tatilimizi zehir etmesine izin vermeyeceğiz’ şeklinde şartlandırmıştık kendimizi. Ara ara da bunu birbirimize hatırlatmamız gerekiyordu tabii. Rehber Süleyman bey olarak tanıştığımız kişi ikinci gün aramızda ‘Süleyman efendi’ olmuştu. Turizm şirketinin bu şahsı nasıl tur rehberi olarak kabul ettiğini anlayamazken, Üniversitede öğretim görevlisi olduğunu öğrendiğimdeki şaşkınlığımı anlatamam. İki lafı bir araya getiremeyen, konuşmaya utanan, gezdiğimiz yerleri daha önce görmemiş olan ve o yerler hakkında hiçbir şey bilmeyen bir rehberimiz vardı:)

Anne ve babasıyla tura katılan Emre, gezdiğimiz yerler hakkında internetten bilgiler okuyup bizlere anlatıyor, turun neşe kaynağı Çetin bey’de Süleyman’a seslenip ‘iyi dinle Süleyman, bak bunları öğren bir gün lazım olur’ diyordu. Tüm bu iğneleyici sözlere bizimle birlikte gülen Süleyman ise gerçekten anlatılmaz yaşanırdı..

Tatil boyunca elbette (Süleyman’a söylenen) yerlerin hepsini gezdik ve gördük. Ama gezdiğimiz yerler hakkında öğrendiğimiz herşey Emre’nin anlattıkları ya da döndüğümüzde kendi merakımızla araştırarak öğrendiklerimizden oluşuyor maalesef. Sadece bu sebeple bile tüm o harika yerlere tekrar gidebilirim.

Muhteşem Süleyman’la birlikte yaptığımız kahvaltıdan sonra ilk durağımız Çukurova Üniversitesi oldu.


Oradaki güzel manzarayı gördüğümüzde ve yeşillikler içinde kahve içerken kafamızdaki tek soru şuydu: Kahvaltıya buraya gelmek varken neden inşaat içinde kahvaltı yaptık?

Kahve keyfinden sonra tekrar yola çıktık ve Adana’nın simgesi haline gelmiş olan Sabancı Merkez Camii’ni görmeye gittik.


Türk Diyanet Vakfı ile Sabancı Vakfının ortaklaşa yaptırdığı bu camiyi çok beğendim. Caminin yapımı 10 yılda tamamlanmış. 6 minareli cami 52.600 m2 üzerine yapılmış. Okuduğum bir yazıda Ortadoğu ve Balkanların en büyük camii olduğu da iddia ediliyor. Camii ile ilgili bilgi almak üzere incelediğim bir site dikkatimi çekti. Verilen bilgilerin kesin doğruluğunu araştırmadım ama eğer doğru ise arihi yerler konusunda bilgi edinilebilir.
http://www.3dmekanlar.com/tr/sabanci-merkez-camii.html






Seyhan Nehri üzerinde bulunan ve Taş Köprü deyip geçtiğimiz yapının 2.000 yıla yakın bir geçmişi olduğunu da bu gezi sayesinde öğrendim.



Sabah Adana’ya geldiğimizde gezeceğimiz yerler içinde Adana ve civarının da olduğunu düşünmüştüm fakat 11.30 da Gaziantep’e gitmek üzere yola çıktık.Daha sonra öğrendim ki Adana’ya gelme sebebimiz uçak biletinin daha ucuz olmasıymış:)

Saat 13.30 da Gaziantep’e ulaştık.Antep’e geldiğimiz için de kebap üstü bol cevizli baklava yeme hayalleri ile öğlen nerede yesek diye düşünüyorduk ki Süleyman’ın sözleri ile kendimize geldik. 'Tur’un anlaştığı ve uygun gördüğü yerde (Fethullah Usta) yemek yiyeceğiz '. Birçok turizm şirketine ait otobüslerin yanına biz de minibüsümüzü park ettik:) İstanbul’da yediğimizden hiç de farklı olmayan kebap ve tatlılarımızı yedikten sonra Zeugma Mozaik Müzesi’ne gitmek üzere yola çıktık.



Gaziantep’e 8 yıl önce geldiğimde sadece şehir merkezini gezebilmiştim.Şimdi tur ile değişik yerler göreceğim için çok heyecanlıydım.

Zeugma Antik Kentini yerinde görme fırsatım olmamıştı. Nizip İlçesindeki Zeugma Antik Kenti, 2000’li yıllarda yapılan kurtarma kazılarıyla Birecik Baraj Gölü suları altında kalmaktan kurtarılmış ve Gaziantep Arkeoloji Müzesi’ne taşınmış.Şimdi de Zeugma Mozaik Müzesi’ne alınmış.Müzede mozaiklerden başka heykel ve resimler de yer alıyor.





Dünyaca ünlü ‘Çingene Kızı’ adlı mozaik kuşkusuz en ilgi çekici olanı..Gaziantep'in simgesi haline gelen mozaik 30-35 yıl önce kaçakçılar tarafından açılan ve her tarafı delik deşik edilen alandan çıkartılmış. Etrafı bulunmadığı için mitolojik öyküsü de bilinmiyormuş. Cinsiyeti belli olmamasına rağmen saçındaki örgüler nedeniyle 'Çingene Kız' denilen mozaikteki insan figürünün Büyük İskender olduğunu savunan tarihçiler de varmış... Biz gittiğimizde Gaziantep Arkeoloji müzesinde görmüştük fakat Eylül ayı itibariyle Zeugma'ya taşınmış.



Zeugma Mozaik müzesinin resmi açılışı henüz yapılmadığından sadece giriş katı ziyarete açılmış ve 19 Mayıs tatili nedeniyle çok fazla ziyaretçi vardı.

Çok küçük yaştaki çocukların mozaiklerin çok yakınına kadar gitmelerine ve içeride bu tarz olayları engelleyecek bir görevli olmamasına çok üzüldüm.

Ama giriş kattaki mozaikler o kadar etkileyiciydi ki müzenin kalanını görmek üzere tekrar gelmek istediğimden eminim.



Bu muhteşem eserleri gördükten sonra Gaziantep Arkeoloji Müzesini gezdik. Burada da antik dönemlerden kalma mozaikler, heykeller, mezar taşları, resimler, sikkeler ve muhtelif eşyalar bulunuyor (radyo,telefon,dikiş mak.ve saatler v.b.)



Sonraki durağımız olan Gaziantep Kalesinin içinde yer alan Kahramanlık Panoraması Müzesi de görülmeye değer. Ziyaretçilere Gaziantep’in savunulması ile ilgili bir belgesel izletiliyor.



Gaziantep’te göremediğim birçok müze kaldı. Bunlardan birkaçı:Hasan Süzer Etnografya Müzesi, Emine Göğüş Mutfak Müzesi, Kültür Müzesi, Medusa Cam Eserler Müzesi, Mevlevihane Vakıf Müzesi.



Tekrar gelişimizde eğer bol vaktimiz olursa ayrıca Nizip ilçesinde yer alan sabun fabrikasını da gezeriz belki.Bir haberde ’Kurtlar Vadisi Irak’ filminde Amerika’lıların cezaevi sahnesinin burada çekildiğini okumuştum.

Bakırcılar Çarşısı ve Baharatçılar Çarşısını da çok keyifle gezdik. Dövülerek şekil verilen bakırlardan çıkan o ses halen kulaklarımda sanki.





Ama en çok hoşumuza giden kare, Şener Şen filmlerini hatırlatan, 'işte Anadolu'dayız' dedirten KEPKEP AKARYAKIT ve önündeki amca idi..



Tabii tüm gün gezdikten sonra geldiğimiz ‘Uğur Plaza Hotel’ in çok rahat ve temiz olması, turla ilgili şimdiye kadar bizi en memnun eden konu oldu.