18 Nisan 2013 Perşembe

Hayatımız tercihlerimizle yön bulur.

Geçen gün katıldığım ‘İlişki yönetimi’ konulu seminerde anlatılan bir hikaye çok hoşuma gitti.

Büyük şirketlerden birisinde üst düzey yönetici olan Ali Bey’in hayatını ve başarılarını anlatan bir kitap yazmak isteyen gazeteci Erol, Ali Bey’in çocukluğunu, ailesini ve arkadaşlarını araştırdığında hayretler içinde kalır.

Ali’nin çocukluk yıllarında sürekli sarhoş olan babası şu anda hırsızlık nedeniyle hapiste yatmaktadır. Üstelik Ali’nin erkek kardeşi Kemal de geçmişte hapiste yatmış ve şimdi hiçbir işte çalışmamaktadır.

Erol, röportaj için ziyaret ettiği kardeş Kemal’e hayatındaki olumsuzlukların sebebini sorar ve aldığı cevap çok manidar: ‘Babamı görüyorsunuz başka şansım mı vardı ki’

Ertesi gün başarısının sırrını sorduğu Ali’den gazetecinin aldığı cevap ise yine aynı olmuş: ‘Babamı görüyorsunuz başka şansım mı vardı ki’

Demek ki ‘’Hayat, olaylara bakış açımız ve tercihlerimizden ibaret’’.

Ailemizi seçme şansımız yok fakat hayatımızın ilerleyen süreçlerinde davranışlarımızı seçme ve yaşamımızı belirleyen konularda insiyatif kullanma hakkımız var.

Düşünüyorum da bu hikayede adı geçen Ali karakteri, kardeşi gibi kolayı ve olumsuzu seçmek yerine bu başarıya ulaşmak için çok çalışmış olmalı. Ama kardeşi Kemal’i bu başarılardan uzak tutan şey ise  sanırım yapabileceklerini hayal bile edememiş olmasıydı.

Aslında zaman zaman hepimize içinde bulunduğumuz şartları zorlamak gereksiz gelebiliyor. Hatta bazen ‘imkansızın başarılması ancak filmlerde olur’ demiyor muyuz?

Ben kendi adıma liseyi bitirip iş hayatına başladığımda üniversiteyi dışarıdan bitirmem için beni her fırsatta destekleyen müdürüm sayesinde bunun mutlaka olması gerektiğini kabullenmiş ve bunu başarmıştım. Ancak sonrasında yüksek lisans konusunda kendi kendimi sürekli olmayacağına inandırdığım için başaramadığımı düşünüyorum. Çünkü kendimi olmayacağına inandırmıştım:(
 
Hayat hepimiz için oldukça zorlu imtihanlarla dolu. O imtihanları başarıyla geçmek için elimizden geleni yaparsak güzel şeyler gelecektir diye düşünüyorum. Yeter ki olacağına inanalım. Hayata umutla bakmayı unuttuğunuz zamanlardan birindeyseniz umutsuzluktan sıyrılın diye...

2 Nisan 2013 Salı

Bir Pazar Gezintisi...



Uzun zamandır hafta içi güneşli olan hava maalesef hafta sonlarında yağışlıydı. Nihayet geçtiğimiz hafta sonu hava güneşli ve aydınlıktı. Herkes gibi biz de kendimizi dışarıya attık tabii. Gerçi bizim kendimizi dışarı atmamız için güneşin olması şart değil.
Gezmelerimize bu hafta Perşembe akşamından başladık. Asmalı Mescit’te arkadaşlarımız Esra ve Necla ile muhabbet eşliğinde yenilen yemek ve sonrasında kahve keyfi. (Esra ve Necla ile 4 yıl önce gittiğimiz Ayvalık turunda tanışmıştık.)
Cuma akşamı Eray’ın Doğum günü nedeniyle Nişantaşında yenilen yemek ve sonrasında Gizem’in doğum günü kutlaması için gidilen bowling. (Yeğenlerin doğum günleri sayesinde tüm kuzenlerle yapılan bowling seansları her zaman pek eğlenceli geçmiştir.)
Cumartesi sabahı havanın güzel olmasını fırsat bilip yürüyüş yapalım dedik ama biraz abarttık galiba. 2 saatin sonunda yürüdüğümüz mesafeye inanamayarak dinlenmek üzere eve geldik.
Dinlenmek şarttı! Çünkü akşam yine arkadaşlarla yemek, muhabbet ve kahve olayımız vardı :)
Gülten’le çok eğlenceli geçen sohbet uzun sürdü. Bu nedenle biraz geç yatmak zorunda kalmamıza rağmen pazar sabahı erkenden kalktık.

Asıl gezme faslı bugüne bırakılmıştı…
Jale abla ve Zeki abi ile balık yemeye Anadolu Kavağı’na gitmek için sözleşmiştik.
Yaklaşık bir saat süren bir yolculuk sonrasında ilk durağımız Hz.Yuşa’nın türbesinin bulunduğu tepe oldu. Burayı  daha önceden kardeşim Figen’den duymuştum ve ziyaret etmeyi çok istememe rağmen kısmet olmamıştı. Tabii bu ziyaretten haberim olmadığı için parmaklarda koyu renkli ojelerle bulunduğum ortama pek de uygun değildim. Ama önemli olan niyettir diyerek Jale abla’dan ödünç aldığım eşarpla girdim türbe alanına. Duyduklarımla kafamda canlandırdığımdan daha uzun bir mezardı. Genelde hafta sonlarında oldukça fazla ziyaretçi oluyormuş ama bizim şansımıza çok kalabalık değildi. Hz. Musa’nın kızkardeşinin oğlu olan Hz.Yuşa ile ilgili bilgi türbe girişinde yer alıyor. Daha önce de hakkında okuduklarımla bu bilgilerimi teyid etmiş oldum. Duamı okuduktan sonra O’nun aracılığıyla Allah’tan dileğimi istedim ve Türbe’den çıktım. Türbenin bulunduğu tepenin manzarası çok harika. Herkes manzarayı arkasına alarak fotoğraf çekerken biz de eksik kalmadık tabii ki.
Türbe’de dilekleri gerçekleştikten sonra tekrar gelip şeker dağıtan bayanlar ve adanan adaklarını yerine getirmek üzere aldıkları hayvanları kaçırmamaya çalışan insanlarla karşılaştık. Adaklar için bir hayvan satış merkezi ve dini hediyelik eşyalar da birer türbe klasiği…

 Hz. Yuşa tepesinden sonraki durağımız Yoros Kalesi oldu. Kalenin Cenevizliler’den kaldığı bilgisi Zeki Abi’den geldi. Kaleye çıkmak için dik merdivenleri tırmanmak zorunda kaldık. Merdivenlerde hemen arkamdan gelen çiftin muhabbeti daha doğrusu beyin söylemleri beni çok sinirlendirdi. Bayan çıkarken zorlandığını ve nefesinin tıkandığını söylediğinde beyin cevabı çok klasik bir Türk erkeği olduğunu fark ettiriyordu: ‘Bu kiloyla tabii zorlanırsın. Göbeğinin ağırlığı bir sen kadar daha var.’ Bunu duyunca hemen döndüm bey’e baktım. Kendi göbeğini görmemesine de hiç şaşırmadım tabii.
Kalenin olduğu tepeye çıktığımızda etrafa dağılan insanların bir kısmı harika manzaranın fotoğrafını çekerken bir kısmı da yerlerde oturmuş sohbet ederek dinleniyorlardı.


Kaleden gözüken deniz manzarasının bir özelliği varmış. Marmara Denizinden Karadeniz’e geçiş buradan sağlanıyormuş.O anlamda gayet önemli bir noktayı görmüş olduk. Daha sonra internetten okuduklarımla da kalenin tarihi ile ilgili çok şey öğrendim.


Kaleden aşağıya inerken kolye ve bileziklerin satıldığı bir stand gördüm. İlginç olan satıcının camdan kolyeleri orada şekillendirmesiydi. Bu çok keyifli kolye yapımını biraz izledikten sonra merdivenlere yöneldik.
Merdivenlerin girişinde bulunan çay bahçesinde oturup çay eşliğinde bu harika manzarayı biraz daha izlemeyi çok isterdim. Belki başka zaman yine gelir ve bunu gerçekleştiririm…

Artık Anadolu Kavağı’na gelmişti sıra. Arabayı otoparka bıraktıktan sonra yemek yemeye karar verdik. İskelenin yanında yer alan balıkçılardan birisine oturduk. Tabii lezzetli deniz böcekleri, balık, salata, tatlı ile devam eden yemek faslı gayet uzun sürdü. Sonrasında çaylar da içildi. Kediler de olmasa benden keyiflisi yoktu hani.
Tabii kısa da olsa etrafı gezmeden, hediyelik eşyalara bakmadan olmazdı. Sanki İstanbul’un dışında küçük bir sahil kasabasında gibiydik. Tek fark çok fazla aracın olmasıydı. Bir de arabaların içeriye girmesini engelleyip biraz daha uzakta bıraksalar burası çok daha keyifli hale gelir diye düşündük. Dar sokaklarda kahvelerde oturan ve gazete okuyan yaşlı amcalar, etrafta cirit atan kedileriyle tam bir sahil kasabası…
Dönüşte arabayı bıraktığımız otoparkı bulmak için 3 ayrı sokağa girdik. Anadolu Kavağı’na gidip küçücük alanda otoparkı bulamamayı da başarmıştık :) Gerçi bu sayede fazladan birkaç sokak daha görmüş olduk.

Anadolu Kavağı’na yıllar önce babam bizi getirmişti. O gün yanımızda aile dostlarımız Hava teyze, kızı Ayşe abla ve torunları da vardı. Piknik yaparken orada yaşayanlardan birinin ineğinin neredeyse Pınar’a vuracak olması bazen aramızda bahsi geçen bir hikayedir. Ama şimdi gezdiğim yer ile o zaman gittiğim yer o kadar farklı ki. Zaman her yeri olduğu gibi burayı da çok değiştirmiş ve kalabalıklaştırmış. O gün deniz yoluyla döndüğümüzü hatırlıyorum. O yüzden İskeleye yanaşan vapurları da görünce buraya deniz yolu ile nasıl gelineceğine bakmak üzere İskele’ye gittim. Sarıyer’e yapılan tarifeli seferler var. Bunlardan başka Beşiktaş ve Kabataş’a da uğrayan gezi motorları ile de gidilebiliyormuş. Ama bizim gibi Anadolu Yakasında oturanların tek şansı karayolu. Tekrar özel araba ile gelme fırsatı bulamayabiliriz. Yoğun trafiği göze alabilirsek belki Kadıköy’den kalkan otobüslerle bir gün yine geliriz.

Bir Pazar günümüz daha değerlendirmiş olduk. İstanbul’da kendimize günlük tur düzenledik. Görmediğim yeni yerler görmüş olmak çok hoşuma gitti. İstanbul’da bilmediğimiz, görmediğimiz çok fazla yer var. Bunu daha sık yapmalıyız diye düşünüyorum.

18 Mart 2013 Pazartesi

Küçük İnsanlar ve Kitap Okuma Alışkanlığı

 


Geçen akşam televizyonda izlediğim bir programda Zülfü Livaneli kendi hayatını anlatıyordu. Şarkıları, kitapları veya siyasi görüşlerinden daha çok ilgimi çeken şey kitap okuma alışkanlığını nasıl edindiği oldu.
Zülfü Livaneli ilkokula giderken, babası onun adına 5 ayrı çocuk dergisine abonelik yaptırmış.
Bu dergiler sayesinde okuma alışkanlığını kazandığını anlatırken hissettiklerini de şöyle dile getiriyordu:
’Dergileri bir adam kapıya getirdiğinde bu dergiler benim adıma geldiği için çok mutlu oluyor ve bir o kadar da gururlanıyordum.’
Bir çocuğun kitap okuma alışkanlığı edinmesiyle birlikte o yaşlarda bu duyguyu yaşaması ne kadar güzel bir şey diye düşündüm ve aklıma yıllar önce yeğenlerim 8-9 yaşlarındayken doğum günlerinde aynı şeyi onlar için benim de yaptığım aklıma geldi. Büyük yeğenim hayvanları çok sevdiği için 'National Geographic Kids', küçük olan için de ‘Bilim Çocuk’ dergisine onlar adına abonelik yaptırmıştım. Ama maalesef kitap okuma alışkanlığı kazanamadılar!!
Dün görüştüğümüzde, o dergileri aldıklarında ne hissettiklerini ve hatırlayıp hatırlamadıklarını sordum.
Yaşça büyük olan yeğenim olayı hatırlamakta bile zorlandı. Küçük olan ise şöyle anlattı: ‘eve benim adıma böyle bir şey gelince kendimi büyük insan gibi hissediyordum. Kuryenin uzattığı kağıdı imzalarken sanki büyük bir işe imza atıyormuş gibiydim’.

Çocuk yetiştirmek elbette çok zor ama o küçük insanları birer yetişkin gibi görmek sanırım çok önemli. Ama yine de yapılan şeylerin her çocukta aynı etkiyi bırakması da tabii ki mümkün değil.
Hikaye aynı olmasına karşı yaşanan dönemin farklı olması sebebiyle birisi kitap okuma alışkanlığı edindiğini anlatıyor, bir başkası kendimi o an için çok önemli hissettim diyor, bir diğeri ise hiç hatırlamıyor veya ‘hatırlasam ne olacak ki’ modunda.

Şimdi çocukların dikkatini dağıtacak o kadar fazla konu var ki. Zülfü Livaneli belki akşamları dergilerini karıştırıyor, onlardan sıkılınca başka kitaplara yönelebiliyordu. Şimdi ise birden çok kanalı olan televizyonda çocukların ilgisini çeken bir program ya da dizi bulamazlarsa bilgisayarda çok fazla seçenekleri var. O da yeterli olmazsa ellerindeki telefonla saatlerce arkadaşlarıyla aynı muhabbetleri yapabiliyorlar. 

Hatta bazen biz büyükler bile kendimizi kaptırabiliyoruz.
Eşimle bu karmaşaya kendimizi çok kaptırmamak adına bir karar aldık. Her akşam yatmadan önce birkaç sayfa da olsa kitap okumaya çalışıyoruz.
Ne okuduğum çok da önemli değil. Her zaman okuduğum şeyler öğretici olmak zorunda değil. Televizyon ve bilgisayar dünyasında beynimi yoran şeylerden uzaklaşmak ve kendimle baş başa kalabilmek için okuyorum.

13 Mart 2013 Çarşamba

Saray, Sürgün ve Kadın



Bir kitabı bitirmenin verdiği hazzı yaşamayalı uzun zaman olmuş.
Aslında çevremdekilere göre gayet iyi bir okuyucuyum ama son okuduğum kitabı bitirmem biraz zaman aldı. Bu sürecin uzamasında kitabın 700 sayfa olmasının da etkisi var tabii :)

Kenize Murad’ın yazdığı Saraydan Sürgüne adlı kitaba bu yıl 3.kez başladım :) Yıllar önce bir arkadaşımın yazlığında kaldığım bir gece arkadaşımın önerisiyle kitaplığından alıp okumaya başladığımda hikaye çok hoşuma gitmişti fakat o dönemde iş yoğunluğumdan dolayı devam edememiştim. Sonra kitabı bir şekilde yine elime almış ve en fazla 60-70 sayfa kadar okumuş ve bırakmıştım. Şimdi bu kitabı okumak için en doğru zamandır diyerek tekrar başladım ve nihayet bu sefer bitirmeyi başardım.

Kenize Murad, kitapta annesi Selma Sultan’ın kısa ama masal gibi olan hayat hikayesini anlatmış.

Selma Sultan; V.Murat’ın kızı Hatice Sultanın 2 çocuğundan biri olarak Çırağan Sarayında dünyaya gelmiş. Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından ilan edilen Cumhuriyetin ardından Halifeliğin kaldırılması ve
Son Halife Abdülmecid’in ülkeden ayrılması ve ailesinin de ülkeden sürülmesi ile başlayan süreçte Hatice Sultan’da Mart 1924 tarihinde Lübnan’a gitmek zorunda kalmış. Fakat seçme hakkı olmayan damat, yani Selma’nın babası onlarla gitmemiş. Babasından ayrılmak zorunda kalan Selma’nın yaşadığı bu terk edilme olayı onu her zaman derinden etkilemiş.

Lübnan’da çok iyi okullarda eğitim almış olan Selma’nın ve annesinin buradaki ilk yılları Türk halkı tarafından tekrar geri çağırılacakları zamanı bekleyerek geçmiş. Fakat ilerleyen yıllarda halkın Kemalizmi ve Cumhuriyeti benimsemesiyle  ülkelerine artık geri dönemeyeceklerini kabullenmek zorunda kalmışlar.Çocukluk ve genç kızlık dönemlerinde kimseye belli edilmeyen yokluk içinde geçen yıllarda Selma ve annesinin en büyük destekçisi hiçbir zaman yanlarından ayrılmayan Haremağası Zeynel olmuş.

Zeynel’in ilerleyen yıllarda da devam eden sadakati Hatice Sultana olan aşkından mı yoksa sadece Selma’yı korumak adına verdiği sözden mi kaynaklanıyordu bunu çözemedim.

Lübnan’da iyi okullarda eğitim almasına rağmen Prenses ünvanı nedeniyle herhangi bir işte çalışmayı kendine yediremeyen Selma, arkadaşları ile gece gezmelerine katılıyor, ailece yaşanılan yoksulluğa rağmen sosyetenin her türlü eğlencesinde yer alıyor. Bu toplantılardan birinde tanıştığı Vahit ile yaşadığı aşk, Vahit’in onu terk etmesiyle sona eriyor. Babasından sonra sevdiği ilk adam tarafından da terk edilmiş olmanın etkisi ve yoksul bir prenses olmanın ona ve ailesine hiçbir şey kazandırmaması sebebiyle hiç tanımadığı bir Hintli bir Raca ile evlenmeyi kabul ediyor. Böylece gerçek bir prenses oluyor ve Rani ünvanını alıyor.

Hasta annesini Lübnan’da bırakarak Haremağası Zeynel ile gittiği Hindistan’da yaşadıkları gerçekten masal gibi. Lübnan’da sürdürdüğü çok rahat bir yaşamdan sonra buradaki kısıtlamalar, kocasının ablasının kötü davranışları, Selma’yı hiçbir zaman onun istediği gibi sevemeyen kocası ve orada yaşadığı yıllarda Hindistan’ın durumu çok detaylı bir şekilde anlatılmış. Kocası Emir’in kız kardeşi Zehra ve onun kocası ile olan hikayeleri de oldukça ilginç. Kitapta anlatılan çok çeşitli aşklar var. Bunlardan biri de Begüm Yasemin’in Selma’ya olan aşkı…

Hindistan’da tam bir esaret içinde geçen yıllar, köylü kadınların sevgi ve güvenini kazanmak için yaptıkları, üzüntüden hasta olması… Tüm bu olumsuzlukların içinde yaşama karşı direnip Hindistan’dan Paris’e gidebilen bir kadın Selma. Burada tanıştığı Amerikalı ile yaşanan kısa ama hiç unutulmayan büyük aşk…

Paris’te Selma’ya en büyük destek, onu hiçbir zaman yalnız bırakmayan Zeynel.. O yıllarda süren savaş nedeniyle yaşanılan sıkıntılar, bu arada doğan kızının Hindistan’da esaret yaşamaması için bulduğu çözüm ve bunun sonuçları, kocasından para alamadığı için yaşadığı yoksullukla satılan elbise ve mücevherler….

Kitapta aşk, sevgi, nefret, tarih, savaş, annelik çok güzel bir şekilde anlatılmış. Prenses olarak doğan ama kendi ülkesinde yaşayamadığı Prensesliği başka bir ülkede yaşayan bir kadın var.
Ama bazen sorguluyor: Prensesliğin bedeli olarak bu esareti yaşamaya değer mi?
Çok büyük zenginlikler gördüğü gibi, aç kaldığı günleri de olmuş Selma’nın.

Annesini bir yaşındayken kaybeden Kenize Murad öylesine güzel anlatmış ki tüm olayları. Bugün elimdeki kitap bittiğinde hemen başlayacağım kitabın, Kenize Murad’ın kendi hikayesini anlatan kitap olmasını istedim. Babası ile 21 yıl sonra buluşmalarını anlattığı ‘Badalpur'un Bahçeleri’ adlı bir kitap var. ‘Saraydan Sürgüne’ adlı bu kitap gibi o da Fransızca yazılmış ama  maalesef o kitabın Türkçe çevirisi yok.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Dingo ve Dingo'nun Ahırı...


Dün tam bir pazar keyfi yaptım. Eşimle yaptığımız uzun kahvaltıdan sonra televizyonda bir kovboy filmi yakaladım. Bizim lise yıllarımızda her pazar öğlen saatlerinde TRT 1 de yayınlanan türde bir kovboy filmiydi.
Kovboylar, çiftlik hayatı, bayanların harika kabarık elbiseleri, at arabaları ve film karakterlerinin hikayeleri her zaman hoşuma gitmiştir.


 Avustralya'da geçen hikayede baş kadın kahraman, mağarada yalnız başına kaldığı bir gece Dingo'ların saldırısına uğradı. O anda aklıma gelen ilk şey şu oldu: 'Dingo'nun Ahırı' tabirimiz ile bu Dingo'ların bağlantısı var mı? Tabii arama motorları sayesinde pek şanslıyız. cevabı hemen öğrendim.

Dingo: Avustralya'dan başka dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen ve Avustralya'nın tek yabani etoburu olan kurdumsu bir köpek türüymüş.
Bu durumda bizim 'Burası Dingo'nun  Ahırı'mı? şeklinde kullandığımız sözle de hiç alakası olmadığını da öğrenmiş bulunuyorum.

Çok eskiden İstanbul'da tramvaylar 2 atla çekilirken dik Şişhane yokuşunu çıkabilmek için Azapkapı'dan takviye at alarak yokuşu çıkabilirlermiş.Tramvay bu haliyle Taksim'e kadar gelir, burada çıkartılan atlar,
bu gün Taksim alanının batı kısmındaki sular idaresi ile Fransız konsolosluğu arasında bir ahırda bir süre dinlendirildikten sonra tramvaya bağlanmadan boş olarak Azapkapı ya götürülürlermiş.
Taksim'deki bu ahırı Dingo adlı bir rum vatandaş işletirmiş.Gün boyu bir sürü atın girip çıkmasından dolayı dilimizdeki  'Burası Dingo'nun ahırı mı giren çıkan belli değil' sözü de buradan geliyormuş :)

Yeni bir şey öğrenmiş olmanın keyfini de günün kazanç hanesine ekledim...

4 Şubat 2013 Pazartesi

Sağlık Olsun...


Uzun zamandır yazmak gelmedi içimden.

Aralık ayı yine benim rahatsızlıklarımla geçti gitti. Hatta geçen koca yıl neredeyse doktorlar ve ilaçlarla geçti diyebilirim. Ve maalesef biraz daha devam edecek gibi gözüküyor.

Sonrasında Ocak ayı boyunca babamın rahatsızlığı nedeniyle doktorlardaydık. Ve şimdi de kız kardeşim Figen rahatsızlandı. Neyse ki şimdi her ikisi de daha iyiler.

Şikayet etmiyorum ama insan ürküyor böyle olunca.Sevdiklerine bir şey olmasından endişe ediyor doğal olarak.

Ama buna şükür diyelim.Daha büyük ve çaresi olmayan hastalıklar olmasın hayatımızda.

Her zaman sağlığın önemini bildim ve hayatta daha önemli bir konu olmadığının gayet farkındaydım. Ama hastalıklarla geçen son bir sene içinde sağlığın değerini çok daha iyi anladım.

Sağlık ve huzur istiyorum öncelikle. Sağlık ve huzur olmazsa başka hiçbirşeyin anlamı olmayacağına inanıyorum.

14 Ocak 2013 Pazartesi

Hayatımızdaki önemli insanlar...

Geçen akşam çok yakın arkadaşım ve kızının bir tartışmasına şahit oldum maalesef.
Arkadaşımın kızı 21 yaşında ve çok iyi bir çocuk olmasına rağmen bazen oldukça olumsuz davranabiliyor.
Ama annesine ‘Senden nefret ediyorum’ derken bile aslında ‘Beni dinle ve Beni sev’ demeye çalışıyor gibi geldi bana.

Yine de bu tartışmayı benim yanımda yapmak yerine annesiyle konuşma yoluna gitmeliydi. Bu çabasına sonuç alamıyorsa ve mutlaka bu konuyu benimle paylaşmak, ne yapması gerektiğini sormak istiyorsa annesi olmadan yalnız konuşma yoluna gitmeliydi. Böylece annesi daha sakin kalabilirdi.
Ama henüz hayat tecrübesi çok az olduğundan yaptığı hatayı annesi affedebilir diye düşünüyorum.

Eğer çocuk anne veya babasıyla konuşamıyorsa, sıkıntılarını çok güvendiği birisine anlatma ihtiyacı duyacaktır. O güvendiği kişi her zaman bir aile dostu / dayı / amca / teyze olmayabiliyor.
Tabii bu durumun bir riski var; tecrübesiz çocuklar yanlış arkadaşlara güvendiğinde çok can sıkıcı olaylar yaşanabiliyor.

O yaşlardayken benim de annemle anlaşamadığım durumlar oldu tabii ama sonrasında mutlaka ben özür dilemeyi bildiğim gibi annem de asla konuyu uzatmadı.

Sonrasında kendi kendime verdiğim bir kararla uygulamaya geçtiğim bir davranış biçimi, sanırım hayatımı değiştirdi.
Eskiden kardeşlerim veya annemle tartıştığım zaman evde dargınlıklar yaşanırdı ve ben çok üzülürdüm.
Bir gün kendime sordum: Okulda veya çalıştığım yerdeki insanlarla aynı fikirde olmadığım zaman yüksek sesle tartışmaya giriyor veya onlara küsüyor muyum? Hayır.
Okulda veya çalıştığım yerde yapmam gereken işler veya sorumluluklarım hakkında itiraz etme hakkım var mı? Yine Hayır.
Öyleyse diğer ilişkilerime gösterdiğim özeni hayatımdaki en önemli insanlara neden göstermiyorum.
İnanın o günden beri ailemle çok daha farklı bir ilişkim var.
Evdeki işlerden payıma düşenleri yaparken hep düşünüyordum işyerinde olsa patrona hayır diyemeyeceğime veya bu işi erteleyemeyeceğime göre annem ondan daha mı değersiz.
(Tabii annem de benim için yaptığı diğer şeyler gibi yemek hazırlarken eminim benim ve kardeşlerimin o güzel yemekleri hak ettiğini düşünüyordur)
Kardeşlerimden biri  bana bazen sorar; uzun süreli küs kalmak konusundaki inadın nasıl kırıldı diye. Cevap basit: Hayatımdaki en önemli insanların dışarıdakilerden daha önemsiz olmadığını anladığım bir günde aldığım bir kararla değişiverdi her şey.

İkili ilişkilerde olduğu gibi anne-kız / baba-oğul  ilişkisinde de empati yapabilmek çok önemli sanırım.
İki insan konu ne olursa olsun durup dururken neden tartışsın ki? Mutlaka karşı tarafa anlatmak istediği bir şey vardır. ‘Ben kendi düşüncemi mutlaka kabul ettireceğim’ demek yerine bir dakika durup bir dinlemek çok şeyi değiştirebilir diye düşünüyorum.

Tabii bunu ancak karşınızdaki insanı koşulsuz sevdiğinizde ve ona değer verdiğinizde uygulayabiliyorsunuz. Kötü giden evlilikler, arkadaşlıklar veya sevgili olma durumu çok yıprandığında yaşanan tartışmalarda bu şekilde davranmak bazen zor olabiliyor ve karşınızdakini umursamayabiliyorsunuz.
Ama karşınızdaki insan kardeşiniz, sevdiğiniz, anne babanız veya çocuğunuz ise mutlaka dinlemek ve anlamaya çalışmak zorundasınız. Onlardan vazgeçemezsiniz.
Köprüleri yakmak o kadar da kolay olmamalı.

Sorumluluklar, hayatın getirdiği mutsuzluklar bizi ne kadar bunaltsa da bu stresi ve sıkıntıları karşımızdakine hissettirme hakkımız yok. Ancak o isterse paylaşabiliriz.
Hatta eğer karşınızdaki bir çocuk ise onu bu sıkıntılardan oldukça uzak tutmaya çalışmalıyız. Ama karşımızdaki anne veya baba ise saygı her koşulda öne geçmeli diye düşünüyorum.

Bir kitapta okumuştum. Denetleyici bir anne veya babanız var ise (hatta baba bazen ikinci planda kalıyor) anneniz denetleyici bir insan ise ileride ‘Hayır’ demeyi başaramayan bir insan oluyormuşsunuz. Eğer sizin yerinize odanızı toplayan ve sizin her işinizi yapan bir anneniz var ise de ‘sorumluluk almayı başaramayan bir insan’ olma potansiyeliniz oluşuyormuş. Bu dengeyi tutturmak ne kadar da zor.

Arkadaşım ve kızında gördüğüm olay ise bana göre inatlaşmadan ibaret. Her ikisi de sözünü geçirme çabasında. Bu konuda öncelik tamamen annenin bence. Ama kızı da kendince artık büyüdüğünü düşünüyor ve dinlenmek istiyor. Çok kolay sarfettikleri  kırıcı sözler her iki tarafı oldukça yıpratsa da asla birbirlerinden vazgeçemeyeceklerini çok iyi biliyorum.

Arkadaşımın kızı artık ailesinin ona verebileceklerinin veya hangi tür isteklerin ailesini zorlayacağını fark edebilecek yaşta. Bunların farkına vararak ona göre davranmayı da bilmeli.
Anne babası da gerçekleştiremeyeceği sözler vermemekle birlikte eğer bir söz vermişlerse ondan vazgeçme hakları olmadığını da bilmeliler.

Biz bir şeyi alamayacaksak annem asla o şey için söz vermezdi. Ben ve kardeşlerim haddimizi bilir ve anne babamıza o konuda ısrarcı davranmazdık.

Belki şimdi senin için söylemesi kolay havadan atıyorsun diyecekler ve burun kıvıracaklar hatta bana kızacaklar ama ben inanıyorum ki; onlar birbirleri için daha iyi bir anne veya daha iyi bir çocuk olmanın yolunu bulmak için kendilerine dönüp bakacaklar ve gerekiyorsa değişmenin yollarını arayacaklar.
Eğer bunu başarabilirlerse zamanla öğrenecekler ki; İleride en iyi arkadaşları birbirleri olacaklar.(Tecrübeyle sabittir)

2 Ocak 2013 Çarşamba

Tiyatro Keyfi


 
Tiyatroyu hep çok sevmişimdir.

Tiyatroyu çocukluğumda sevmemi sağlayan kişi de Cemal dayımdır.
 
Hani evlilik sorumlulukları ve çocukları olmadığı yıllarda yeğen sevmek pek keyiflidir ya. İşte benim daha çok küçük olduğum zamanlar beni götürdüğü oyunları hatırlarım hep. Beni çok mutlu eden bir olay olduğu için aynısını ben de yeğenlerime yapmaya çalıştım. Umarım ileride onlar da hatırlarJ

Şimdi ise eşim sinema sevdalısı olmasına rağmen son iki senedir benim zorumla gittiğimiz birkaç oyunun da maalesef çok kötü çıkması sonucunda uzun süre tiyatroya gitmemek konusunda anlaştıkL
 
Ama benim tiyatro izleme sevdamdan vazgeçmem pek mümkün olmadı. Yeni yılda yeni alışkanlıklar kazanmak gerekir diyerek araştırmaya başladım. Şehir Tiyatrolarının bize en yakın olan salonunda çarşamba gündüz saatlerinde oyunlar olduğunu öğrendiğimde pek sevindim. Malum işten ayrılalı bir yıl olmasına rağmen ben ev hanımı moduna geçemedim. Günler düzenleyip ev oturmaları da yapamadığıma göre yapmaktan zevk aldığım şeylerin üstüne gitmek gerekiyor. Tiyatro izlemek de bunların içinde olduğuna göre artık her Çarşamba tiyatro günüdürJ

Yeni yılın ilk iş günü olan bugün Kadıköy Haldun Taner Sahnesindeki oyuna sadece birkaç bilet kaldığını öğrendiğimde çok şaşırdım. Gündüz vakti tiyatro izlemeye birkaç üniversite öğrencisinden başka kim gidecekti ki?

Biletimi alıp salona geçtiğimde ise önce çok şaşırdım sonra çok sevindim. Salon tamamen doluydu ve birkaç genç vardı sadece. Diğerlerinin tamamı orta yaşın üstünde bay ve bayanlardı ve hepsi pek şıktı. Bazıları bastonlarıyla gelmişlerdi, bazıları ise yanlarında gelenlerin yardımıyla ancak yürüyebiliyordu ama tiyatrodan vazgeçmemişlerdi.

Bugün izlediğim oyunun adı ‘Türkiye Kayası’.

Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan dört kişilik bir ailenin başından geçen olayları anlatıyor. Yaşanmış bir olaydan esinlenilerek yazılan oyun 120 dakika sürdü.

Tüm anılarını yükledikleri arabayı sınırdan geçirip Türkiye’ye sokamadıkları için geceyi serbest bölgede geçirmek zorunda kalan ailenin hikayesi anlatılıyor oyunda.

Bulgaristan’da her zaman ikinci sınıf vatandaş olduklarını hissetmiş olan aile, Anavatanımız dedikleri Türkiye’ye girmeye çalışıyorlar. 15 Yıl çalıştıktan sonra aldıkları arabalarının vergilerini ödeyemedikleri için Türkiye’ye giremediklerinde gümrük memuruna ‘bu kanun da nerden çıktı’ diye soruyorlar.
Memurun verdiği cevap ise çok içler acısı fakat çok gerçekçiydi. ‘Böyle devamlı değiştiriyorlar ve zora sokuyorlar ki; Millet, Ülkede Kanun Var! desin.’

Göçmenlerin yaşadığı her iki tarafa da ait olamama durumu ile birlikte; anne ve babaların kendi doğruları ile çocuklarını anlamaya çalışmadan kendi kurallarını koymaları ile ilgili mesajlar da var oyunda.
Ailenin asi kızının ‘Siz hiç beni anlamaya çalışmadınız’ demesi üzerine annenin ‘Ne yapalım kızım biz böyleyiz. Bizim istediğimizi yapmazsan bizi ölmüş bil’ demesi; Bazı ailelerin çocuk yetiştirmek konusundaki bakış açısını da anlatıyor sanki.

Ayrıca anne rolündeki Hikmet Körmükçü’ye olan hayranlığım bu oyundan sonra bir kat daha arttı. Tam bir ana ve eş olmuştu.

Pek keyif aldım bugün. Demek ki her Çarşamba tiyatro izlemeye devamJ