30 Aralık 2012 Pazar

Yeni Yıl







Yılbaşı gecesi dendiği zaman aklıma ilk gelen şey, ailece yenilen yemek sonrasında oynadığımız tombaladır. Ama ne oynamakJ Zaten beş kardeş olmamız nedeniyle kalabalık bir aile olduğumuz malum. Yılbaşı geceleri toplanan tombala ekibi ile yaşanan eğlenceyi anlatamam.

Alt katta oturan amcamın oğlu ve kızı, dayılarım, eşleri ve çocukları, teyzem, eşi  ve çocukları, halam ve rahmetli  eniştemden oluşan yaklaşık 20 kişilik bir ekip.

Annemin yaptığı kabak tatlısı, yemeğin vazgeçilmezi olup halen en favori  tatlılarım arasındadır.
7-8 yaşlarındaydım sanırım. Ahmet eniştem, getirdiği kuruyemişlerin içinden Antep fıstığını ben çok sevdiğim için bana aldığını söylediğinde ne kadar da sevinmiştimJ
Saatlerce süren Tombala, yenilen kuruyemiş ve meyveler eşliğinde muhabbet, Babam ve Cemal dayımın dansözü beklemesi, uzun süren gecenin sonunda çocuklar ve erkekler uyuduktan sonra annem ve diğer bayanların bazen sabaha kadar süren sohbetleri, tabii sabah olduğunda bankada çalışmanın sonucu olarak sadece benim işe gidişim…
Zaman geçti,  Annem ve Babam İstanbul dışına yerleşti, çocuklar büyüdü. Evlenen kardeşler ve kuzenlerle birlikte aile daha da genişledi  fakat eğlence çok ayrı yerlerde farklı şekillerde yaşanmaya başladı. Çok doğal olarak herkes kendi ailesiyle, çocukları, gelinleri ve damatlarıyla veya gençler arkadaşlarıyla kutlamaya başladı. Büyükler ise bazen yalnız kaldı L

Geçen sene yılbaşı gecesi annemle yaptığımız telefon görüşmesinde halam ve eniştemin onlarda misafir olduğunu öğrendiğimde annem ve babam yalnız kalmadığı için çok sevinmiştim.  Ne de olsa Hasan Eniştem tombala ekibimizin vazgeçilmezlerinin başında geliyordu. Beraber tombala oynarlar diye düşünmüştüm. Bilemedik son yılbaşı gecesi olduğunu. O, aramızdan öyle ani bir şekilde ayrıldı ki. Yarın akşamı düşününce O’nu çok özlediğimi fark ettim. Umarım uzun yıllar boyunca tekrar böyle bir kaybımız olmaz.
Her gece yatıp dualarımı okuduktan sonra dilek dilerken, ailem ve tüm sevdiklerim  için önce sağlık ve huzur dilerim diğer talepler sonra gelir. Başkaları adına sağlık ve huzurdan başka özel bir şey dilemem benJ Sevdiklerimin  gönlünde her ne varsa ona kavuşsun diye dua ederim. Çünkü herkesin dileği ve isteği farklıdır. Bazılarının önceliği araba veya evdir. Bazıları işinde kariyer ve bol para peşindedir. Bazıları sevgili ister, bazıları da uzun zamandır beraber olduğu sevgilisiyle evlenmek :)

Biten yılın ardından yeni  gelen yılı her seferinde yeni umutlarla ve büyük heyecanla karşılıyoruz. Geçen yılda gerçekleştiremediklerimiz için yeni bir fırsat elimize geçtiği için her şeye en baştan başlayalım diyoruz. Aldığımız biletlere para çıkarsa ne yapacağımızı düşünmeden edemiyoruzJ
Umuyorum ki herkes 2013 yılından beklentisi neyse ona kavuşsun.Sağlık ve Huzur her zaman olsun.

9 Aralık 2012 Pazar

Kürk Mantolu Madonna



Sabahattin Ali’nin yazdığı ‘Kürk Mantolu Madonna’ adlı kitap, aylar önce kız kardeşim okurken gördüğümde ismi nedeniyle ilgimi çekmişti.
’Güzel bir kitap okumanı öneririm’ dediğinde ise o sırada okumakta olduğum başka bir kitap olduğu için ilgilenmemiştim.
Geçen hafta aynı kitabı bir arkadaşımın okuduğunu ve beğendiğini öğrendiğimde ise ‘tekrar tekrar karşıma çıkan bu kitabı artık okumam gerekiyor demek ki’ diyerek okumaya başladım.

Sabahattin Ali hakkında hiçbir şey bilmediğim gibi daha önce de hiç kitabını okumamıştım.
1948 Yılında henüz 41 yaşındayken ölen yazarın 1943 yılında yazdığı romanın dili bana pek ağır geldi açıkçası.
2012 yılında üçüncü baskısı yapılan romanın önsöz bölümünde; ’Dostoyevski ve Gogol’ün çağrışımlarını taşımaktadır’ şeklinde bir ibare var.Genel olarak daha basit kitaplar okuduğum için olsa gerek bu kitabı çok rahat okuyamadım.

Bilmediğim çok fazla kelime içeren romanda, olaylar ve mekanlar öylesine detaylı bir şekilde anlatılmış ki bu kadar detay bana biraz fazla geldi.
Gerçi bu konu, önsöz kısmında ’Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın dil zenginliği’ olarak tanımlanmış. Bu tanımlamayı okuyunca kendimi kötü hissettim. Okuduğum basit kitaplar dışında daha sık bu tarz kitaplar okumalıyım galiba diye düşündüm J

Romanın anlattığı konu ise şöyle:
İşe yeni başlayan bir genç, kendi halinde yaşayan ve kimseyle muhatap olmayan mesai arkadaşı Raif Bey’in hayatını merak ediyor.
Onunla arkadaşlık kuruyor ve evindeki yaşamı görmek için evine gidip gelmeye başlıyor. Tanıştıklarında hasta olan Raif Bey, zaman sonra ölüm döşeğindeyken arkadaşından; işyerinde oturduğu masanın çekmecesinde sakladığı defteri yakmasını istiyor. Raif Bey’in neler yaşadığını ve gerçekte nasıl bir insan olduğunu çok merak eden genç onu ikna ederek bu defteri okumaya başlıyor.

Havran’da sabun fabrikası ve zeytinlikleri olan bir babanın tek oğlu olan Raif, sessiz geçen bir çocukluktan sonra okumak üzere geldiği İstanbul’da resim dersleri almış. Çok fazla kitap okuyan ve hayal dünyasında yaşayan Raif, İstanbul macerasından sonuç alamayınca babası tarafından Berlin’e gönderilir. Amaç, burada sabun işini öğrenmesi ve döndüğünde fabrikanın başına geçmesidir.
Berlin’de kaldığı pansiyondaki insanlar dışında kimseyle arkadaşlık etmeden geçen uzun zaman içinde Almanya’ya gelme amacını unutmuş ve sadece Avrupa’yı tanımak için seyahatler yapmış.
Bir gün, resme olan ilgisiyle uğradığı resim galerilerinden birisinde kürk mantolu bir kadın portresinin önünde mıhlanmış gibi saatlerce durmuş, uzun uzun resmi incelemiş ve bu hayranlık nedeniyle sonraki günlerde her gün aynı saatte o galeriye giderek o resmi izlemiş.Ta ki resmi yapan kadın ressamın yanına gelip onunla sohbet ettiği güne kadar. Bu olaydan sonra galeriye gitmeye utanmış.
Bir gece tesadüfen portredeki kürk mantolu kadını gördüğünde ise büyük şaşkınlık yaşamış ve onu takip etmiş. Hayatına tesadüfen giren bu kadın ile yaşadığı ilişkinin boyutu,
beraber yaptıkları sohbetler, ilerleyen zamanda neler yaşadıkları ve bu iki kadının bağlantısı anlatılıyormuş defterde.
Tabii öylesine detaylı anlatılmış ki; adamın heyecanları, umutları, umutsuzlukları ve hayatının amacı çok net. Ama sonrasında ikisinin neler yaşadıklarını ve yaşananların hayatları nasıl etkilediğini anlatmıyorum. Belki kitabı okursunuz diyeJ

Ama bu kitabı bitirdiğimde düşünmeden edemedim.
Böylesine büyük tutkulu aşklar var mıdır? Hayatta herhangi bir şey bu kadar önemsenebilir ve hayatın odak noktası yapılabilir mi?
Yoksa bu duygular abartılarak sadece kitaplarda mı anlatılır?

2 Aralık 2012 Pazar

Perşembe akşamı sinema

Perşembe akşamı yine bir film izlemek üzere CKM’deydik.

Bu sefer Cinemaximum’dan doğum günü hediyesi olarak gelen çift kişilik sinema biletimizle film daha da keyifli olacak diyerek gittik sinema salonuna.
Ama hangi filme gireceğimize karar vermek biraz zaman aldı.
Eşim de ben de sonunun kötü bittiğini bildiğimiz, içimizi sıkacak Türk filmlerini izlemek istemiyorduk.
James Bond filminin seansı çok geç saatteydi.
Alacakaranlık serisinin önceki filmlerini ben izlemediğim için yeni film de cazip gelmiyordu.
En son ‘Mutluluk Asla Yalnız Gelmez’ adlı filmde karar kıldık.Daha doğrusu o filmde Sophie Marceau’nun oynadığını görünce eşim karar verdiJ
Film, daha önce izlediğim Fransız filmlerinden farklı olarak daha sıcak geldi bana.
Filmin‘Romantik Komedi’ türünde olduğu söylense de bence filmdeki komedi unsuru, başroldeki kadının sakarlıklarından oluşan birkaç sahne ve küçük çocuğun yer aldığı sahnelerle sınırlı kalmış.
Konu itibariyle bence çok Türk filmi tadında olmuş.Çağan Irmak’ın ‘Issız Adam’ filminin olumlu biten versiyonu sanki.Ama ‘Issız Adam’ filmi kadar yankıuyandırması mümkün değil tabii ki.
Başroldeki erkek karakter Sacha, para kazanmak adına pek bir şey yapmayan, gecelik ilişkiler yaşayan bir piyanist.
Bayan karakter Charlotte ise çok zengin bir işadamının eski karısı. 3 çocuğuyla birlikte henüz boşanmadığı eski eşine yakın oturuyor ve maddi olarak ona bağımlı yaşıyor.
Bir tesadüfle karşılaşmaları sonucunda aşk yaşamaya başlıyorlar.

Çocuklardan nefret eden Sacha, çocuklarla kaynaşıyor, onlarla olmaktan keyif alıyor, sorumluluk almaya başlıyor ve gecelik ilişkilerine son veriyor. Ama iş hayatıbir türlü düzene girmiyor.

Hayatlarındaki farklılıklar sonucunda ayrılmaya karar veriyorlar. En yakın arkadaşı ile beraber uzun zamandır üzerinde çalıştıkları gösteri için Brodway’den teklif alan Sacha, unutamadığı Charlotte ile görüşmek istiyor.Eğer O kal derse kalacaktır. Ama Charlotte ile daha önce görüşen yakın arkadaş, onun bu işi kaçırmaması için kadını ikna ediyor. Böylece kadın; eski eşine döndüğünü, alışık olduğu düzeni bırakamayacağını söylediğinde Sacha New York macerasından bahsetmiyor bile.
Büyük üzüntü ile ayrılan çiftimiz kendilerine ayrı dünyalar kurmaya çalışırken; Kadın eşine rest çekiyor, kendi ayakları üzerinde durmaya karar verdiğini ve boşanacağını söylüyor, yeni eve taşınarak kendine yeni bir hayat kurmaya karar veriyor. Adam ise hazırladığı gösteriye yoğunlaşıyor Brodway’de olmanın verdiği motivasyonla işine odaklanıyor ve başarılı oluyor.
Charlotte, bir gün tesadüfen adamın Brodway’den teklif almasının arkasında eski kocasının olduğunu öğreniyor.(Bu sahnede kötü eski koca rolüne de Zafer Algöz’ü pek yakıştırdım nedense)
Arkadaşlarıvasıtasıyla gerçeği yeni öğrenen adam ise hemen kadının yanına gidiyor ve bundan sonra mutlu mesut yaşıyorlar.
Konu çok tanıdık geldi değil mi. Bence Özcan Deniz bu filmi de çeker yakındaJ
Ama itiraf etmeliyim ki 46 yaşında olduğunu öğrendiğimde çok şaşırdığım Sophie Marceau’nun güzelliği ve fiziği de gerçekten yabana atılacak cinsten değil.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Yolcu ve Abbas

japon balığı İki küçük prenses var ailemizde. Bu prenseslerin bana yaptıkları sürprizler hayatımın en güzel anıları arasında kalacak her zaman.
İlk ve en büyük sürprizlerini yıllar önce yapmışlardı. Asla unutamayacağım bir anıdır bu.

Üçümüz beraber gittiğimiz alışveriş merkezinde gezinirken bana dönüp ‘teyze sen burada bekle bizim 10 dakikalık bir işimiz var hemen geleceğiz’ dediklerinde, önce tereddüt ettim çünkü ancak 8-9 yaşlarındaydılar.Sonra, kendi başlarına bir şeyler yapabilmenin keyfini sürsünler nasıl olsa alışveriş merkezindeyiz diye düşünerek ‘olur’ demiştim.Aklımca onları uzaktan izleyecektim. Ama onları takip etmeyeceğime dair söz verdirdilerJ
10-15 dakika sonra geldiklerinde ellerinde kocaman bir paket vardı ve bana hediye almışlardı. O paketi açarken yaşadıkları sevinçlerini, gülmelerini asla unutmayacağım.
Ellerinde bulunan harçlıklarıyla bana oyuncakçıdan bir oyuncak koyun almışlardı ama o kadar şirinlerdi ki. ‘Sen hep bize hediye alıyorsun o yüzden biz de sana sürpriz yapmak istedik’ dediklerinde dünyalar benim olmuştu.

Bu seneki doğum günü hediyelerim arasında da, yeğenlerimin aldığı iki küçük ‘Japon balığı’ vardı. Çok değerli hediyelerim oldu bu sene ama bunların yeri başka açıkçası.

İki gün önce onların evinde balıklarını görüp çok beğendiğimi söylediğim için hemen alıp getirmişler.

Birkaç yıl önce aldığım balıklarımın en fazla 15 gün yaşamış olması nedeniyle önce biraz endişelendim açıkçası. Çünkü ben hediyelere çok fazla önem veririm ve sevdiklerimden gelen önemli bir mesaj telefonumdan yanlışlıkla silinse bile ağlayabilecek birisiyim. Bu nedenle, ‘bu balıklara da bir şey olursa çok üzülürüm’ diye korktum.

Balıklarımı eve getirdikten sonra eşimle beraber ne isim versek diye düşünmeye başladık.
Eşim,Bak birisinin üzerinde yol gibi bir lekesi var derken
Ben,Umarım uzun süre yaşarlar bunlar çabuk ölüyorlar maalesef
dediğimde Eşim ‘Yolcudur Abbas bağlasan durmaz diyerek’ balıkların isimlerini koymuştu bileJ
Böylece evimize giren ilk hayvanların isimleri belirlenmiş oldu: Yolcu ve Abbas…

Balıkların bakımı konusunda gösterdiğim hassasiyete eşim bile şaşırıyor. Çiçeklerimizi bazen sulamayı unuttuğum için balıkları da aç bırakmamdan korkuyordu ama benden beklenmeyen bir performansla ilgileniyorum onlarla. Yani onlara bir şey olursa bakımsızlıktan değil:)

Uzun lafın kısası: Cumartesi akşamı evimize gelen balıklardan ‘Yolcu’ maalesef ismine uygun davrandı ve Pazartesi akşamı aramızdan ayrıldı L

Artık sadece ‘Abbas’ ile beraberiz.

Prenseslere nasıl söyleyeceğimi bilemediğim için böyle bir çözüm buldum kendimceJ

29 Kasım 2012 Perşembe

İnatçı olmak iyidir bazen...


Uzun zamandır koptum gittim yine.

Ne yoga yapıyorum, ne kitap ne gazete okuyorum, ne de haber dinliyorum.
Yapmak istesem de yapamıyorum. Ne zaman elime kitap alsam aklım dağılıyor, odaklanamıyorum. Hiçbirşey yapmak gelmiyordu içimden hatta hiçbirşey duymak bile istemiyordum.
Ama bu durum bana hiç yakışmıyor. Bu ben değilim ki. Bu kadar olumsuz bu kadar umutsuz olamam ben.

Elbette ben de duyarsız değilim, benim de duygularımda iniş-çıkışlar oluyor ama ben yine de hayata bağlı olan ve olumlu düşünmeyi seven biriyim.
Hatta her zaman da bu özelliğimle övünmüşümdür.

Eşim bazen onun istemediği bir şeyi yapmak konusunda ısrar ettiğimde: ‘istediğin şeyi elde etmek için sonuna kadar diretiyorsun’ derdi. Öyle ya küçüklüğümden beri anneme benim en kötü huyumu sorsanız ‘inatçı’ olduğumu söyler.

Yine beni kendime getiren duygu, bu özelliğim oldu.’Vazgeçmek yok, inatla sonuna kadar gitmek bana yakışır’ diyerek kendime geldim.

Defalarca kaybettiğim savaşı bir proje gibi kabul ediyor, kendimi bu projeye yeni atanmış biri olarak düşünüyor ve her şeye yeniden başlıyorum. Bu sefer daha umutla başlıyorum.
Elbette olacak sadece zamanı var biliyorum. Elimden geleni yapmaktan başka bir çözümüm yok. Henüz vazgeçmek gibi bir lüksüm de yok.Öyleyse denemeye devamJ

Kendime gelişle birlikte ilk yaptığım şey, yarım bıraktığım kitabımı bitirmek oldu.

Meşhur Şakir Paşa Ailesinden ‘Nermidil Erner Binark’ın ‘Sadece Anı Değil’ adlı kitabını okuyordum.Aslında günlük gibi yazılmış ve çok keyifle okuduğum bir kitap fakat garip bir ruh durumu içerisinde olduğum bir döneme denk geldiğinden uzun süre kaldı elimde.

Nermidil’in annesi, Şakir Paşa’nın kızı Ayşe.
Şirin Devrim’in yeğeni olan Nermidil’in eşi, Işık Lisesi yönetim Kurulu Üyesi ve Işık Üniversitesinin kurucularından Hikmet Binark.
İlk kitabı olan ‘Şakir Paşa Ailesi’ni henüz okumadım.Sanırım ilk kitapta yine ailenin çılgınlıklarından bol bol bahsediliyordur ama bu ikinci kitabında sadece eşi ve oğullarıyla geçen kendi hayatını anlatmış. Çok da akıcı bir dille yazılmış olan kitapta yine bol bol seyahat ve hayattan keyif almayı bilen insanlar var.

Bugün bir kitap daha bitirmenin verdiği mutlulukla yeniden yazmaya başladığımı da fark ettim.

Okumayı ve okuduklarımı paylaşmayı çok seviyorum ben…

22 Ekim 2012 Pazartesi

Basketbol keyfi

Dün eşime 'bir ara sosisli sandviç yemeye gidelim' dediğimde verdiği cevap çok enteresandı.
'Seni sosisli sandviç yemeye basketbol maçına götüreyim' dedi ve akşam basketbol maçı izlemeye gittik:)

Biz böyle bir çiftiz. Gezmelerimiz yemeğe, yemeklerimiz gezmeye dönüşüyor.

Ailemde futbol veya basketbol ile ilgilenen olmadığından hiçbir zaman fanatik, hatta izleyici bile olmadım.

Ortaokul yıllarında 'Harlem Basketbol şovunu' izlediğimde çok keyif aldığımı hatırlıyorum. Sanırım bu eğlence nedeniyle basketbola karşı biraz sıcaklık duyuyorum.
İlk kez yıllar önce Abdi İpekçi'de Türkiye Milli takımının maçını izlemeye gittiğimde, henüz İbrahim Kutluay basketbol oynuyordu. Oyuncular arasında Mirsad ve Hidayet'i, seyirciler arasında da Demet Şener'i görmüştüm.
O günden sonra tekrar sosisli sandviç yemek bahanesiyle de olsa basketbol izlemeye gitmekten yine keyif aldım.

Kadıköy Altıyol'dan (8A- Batı Ataşehir) otobüsü 'Ülker Sports Arena'nın önünden geçiyor.Gidişimiz çok kolay oldu yani.

Bilet almak üzere gişeye giderken 'eğer bilet yoksa biz de geri döneriz spor kompleksini görmüş olduk işte' diyorduk o kadar organize olarak gittik yani maça...
Çok uzaktan izlemenin bir keyfi olmaz diye düşünerek 2.Kategoriden yani 30 TL lik biletlerden istedik ama maalesef sadece 4.kategoride yer kaldığı için 7 TL lik biletlerden alarak içeri girdik.

Ülker Sport's Arena, çok güzel bir kompleks olmuş. Çok beğendim. Meğer burada konserler de düzenleniyormuş belki bir gün konsere de geliriz.
4.kattaki yerimize çıktık ama o kadar yüksekteydik ki başım döndü:)
Henüz karşılaşmaya bir saat olduğundan salon boştu biz de spor kompleksinde ufak bir turistik gezi yapalım dedik. İlk durak tabii ki sosisli sandviçlerimizi almak üzere büfe...
Sosislilerimizi yemek üzere 1.kategoride boş koltuklardan birine oturduk ve ısınma atışlarını yapan oyuncuları izlemeye başladık.

Oyunun başlamasına yakın anladık ki salon genel olarak boştu. Gişedeki arkadaşın neden bilet yok dediğini anlayamadık.
Belki tatil nedeniyle biletleri önceden alanlar gelmemişti. Belki de çok iyimser bir düşünce: salon boş olduğu için pahalı bileti almamıza gönlü razı olmamıştı.
Oyunu 1.kategoriden izlemeye başladık ama oyun başladıktan 5 dk.sonra olayı abartıp VIP kategorisinde en önlerde yerimizi almıştık...

Saha kenarında oturan ve elinde mikrofon olan şahıs (maçın anlatıcısı), TED Ankara Kolejliler takımının oyuncuları sahaya çıkarken öylesine kısık sesle anons etti ki şaşırdım.
Ama sonra Fenerbahçe Ülker takımı oyuncuları Fenerbahçe flamaları eşliğinde ve Fenerbahçe marşıyla ve anlatıcının o yüksek sesli anonsuyla tek tek isimleri okunarak çıktılar sahaya.
İşte o anda ne olduysa oldu ve benim haksızlığa uğrayanın yanında olma duygularım doruğa çıktı ve eşime 'TED Ankara Kolejliler'i tutuyorum bak gör onlar kazanacaklar' deyiverdim.

Benim tuttuğum takım sayı yaptığında sadece kısık sesle oyuncunun ismi söyleniyor, Fenerbahçe sayı yaptığında ise yüksek sesle anons edildiği gibi tüm salon inliyordu.Ama garip bir şekilde ben de alkışlıyordum. Yok yok TED sayı yaptığında hiç alkışlamadım. Diyorum ya hiç fanatik olamadım diye ben sadece milli maçlarda fanatik olabiliyorum. Soran olursa Fenerbahçe'liyim dediğim halde anons yapan arkadaşın tavrı yüzünden o gece kafam karıştı işte...
Faul olduğunda Fenerbahçeli oyuncular atış yapacaklarında seyirciler 'şşşşşşşştttttt' şeklinde birbirlerini susturuyorlar, diğer takıma sıra geldiğinde ise yer yerinden oynuyordu.
Ama hiç seyircileri olmadığından aynı şartlara sahip olmadığı için TED oyuncularına kıyamıyordum.

Bence o akşam Fenerbahçe biraz zorlanarak 79-77 skorla aldı maçı. Eşime göre farkın çok daha fazla olması gerekiyormuş yani iyi oynamadılar o akşam.

Oyun kuralları ve oyuncular hakkında hiçbir fikrim olmadığı için tabii oyun boyunca eşime devamlı sorular soruyordum. Oyun sırasında ön sıramızda oturan ve bana şirinlikler yapan 2 yaş civarında olan kız çocuğuyla oynaşıyordum. Oyunla ilgili ise sadece Oğuz Şahin isimli oyuncuyu takip ediyordum. Meğer o takımın en iyi oyuncularındanmış. Benim ilgimi çeken ise komik mimikleriydi.

Sanırım bir daha hiçbir basketbol maçı böyle izlenmez ve anlatılmaz.
Maç hakkında hiçbir şey söyleyemem ama o akşam çok eğlendim. Basketbol maçlarına daha sık gitmeye karar verdik.

Eşim oyunu ve oyuncuları izleyecek, ben ise farklı şekilde eğleneceğim:)

17 Ekim 2012 Çarşamba

Abartık - Felsefe

Oturduğumuz yerin güzelliklerinden birisi de çevredeki mekanlar.
Yakınımızda bulunan bir Kültür Merkezinde gündüz saatlerinde verilen üstelik ücretsiz olan Sağlık, Kişisel Gelişim, Aile konulu konferans veya seminerleri elimden geldiğince kaçırmamaya çalışıyorum. Bugün de onlardan biri 'Kendini Tanı - Hayatını Yönet ' başlığı ilgimi çekti.
12 Yaşımdan beri 'Kişisel Gelişim' grubunda sayılacak türden çok fazla kitap okudum. Hayata pozitif bakmam ve insanlarla ilişkilerim konusunda kendi değer yargılarımla birlikte bu kitapların da etkili olduğuna inanıyorum.


Yabancı yazarların olaylara bakışı ve doğal olarak değer yargıları bizden çok farklı olduğu için uygulanabilir olmayan örnekler yer alsa da kitaplardaki satır aralarında birkaç cümle bile bana faklı bir bakış açısı getirebilir mantığıyla okumuşumdur bu kitapları. Bu yüzden de tabii ki yaşantımızı bilen ve bizden olan Doğan Cüceloğlu ve Üstün Dökmen daha etkili olmuştur her zaman.

'Kendini Tanı' başlığını görünce bu tarz bir seminer olduğunu düşünerek gittim ve Aktif Felsefe derneğinin Kadıköy belediyesi desteğiyle verdiği seminerdeki konuşmacı bayanın güleryüzlü karşılaması ile salonda yerimi aldım.

Daha önce varlığından haberdar olmadığım bu derneği bir felsefe okulu olarak tanımladıklarından bahsetti konuşmacı olan bayan. Sonra katılımcıları tanımak ve seminerle ilgilenmemizin sebeplerini öğrenmek üzere bizlere söz hakkı verdi.12-13 kişilik bir grup olarak sohbet etmeye başladık. Felsefe hakkında hiçbirşey bilmeyenler olduğu gibi gayet ilgili kişiler de vardı grupta.

Felsefenin tanımıyla başlayan derste (ders diyorum çünkü gerçekten okul gibi anlattı bayan) filozoflardan ve öğretilerinden bahsetti.

En temel anlatımla Felsefe; PHILO (Aşk) ve SOPHIA (Bilgelik) den yani bunların birleşimi Philosophia'dan geliyormuş. Bilgi ve bilgeliğe duyulan sevgi ve aşkın peşine düşmek demekmiş. Düşüncenin nasıl hayata geçeceğini aktarır, yol gösterirmiş.
Filozof ise bilgeliği arayanmış.
Tabii ki bugün anlatılanları aktarmam mümkün değil ama ben bugün, daha önce hiç bilmediğim bir dünyadaydım.

İlgilenenlere: Aktif Felsefe Derneğinin çalışanlar için de akşam dersleri varmış. Farklı semtlerde şubeleri var. Şişli,Levent,Üsküdar,Bakırköy ve Kadıköy bunlardan birkaçı. Ama


gündüz katılabilecekler için 21 kasım Çarşamba CKM'de 6 Kasım Kozzy'de seminerleri olacak ve ayda bir tekrarlanacakmış.
 
Seminerden büyük keyifle çıktıktan sonra CKM'nin üst katında yer alan 'Neyden Heykele' sergisini gezdim. 
 


 

Abdullah Şengörenoğlu tarafından kamıştan yapılmış ve 'abartık' isimli sergide yer alan figürler de görmeye değer.
Ben çok beğendim.


 
 


 
 

 
 
 

 
 
 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

16 Ekim 2012 Salı

Swing Kids


Eşim dün akşam yemek sonrası , 'hadi film izleyelim' dedi ve uzun zaman önce izlediği bir filmden bahsetti . Böylece filmimiz belli oldu: Swing Kids (Swing Çocukları)
1930 lu yılların sonunda Nazilerin iktidarda olduğu Almanya'da geçen film 1993 yapımıymış. Kılık kıyafetleri ve uzun saçları ile diğerlerinden farklı olan ' Swing Çocuklarının ' gizlice toplanarak Swing müziği eşliğinde çılgınca dans ettikleri bir sahneyle başlıyor film.



Ellerin, kolların, ayakların ayrı ayrı oynadığı ve kendilerini kaybedercesine son derece hareketli dansları seyretmek çok keyifliydi.
Bu müziğe ve dansa kendilerini kaptırmış olan gençlerin yasak olan bu tutkularını nasıl sahiplendikleri ve bu tutkularından vazgeçmektense çalışma kamplarına
gönderilmeyi göze almaları anlatılıyor.
Swing müziğinin Naziler tarafından yasaklanma sebebi; Jazz müzisyenlerinin genellikle yahudi ve siyah olmaları ve bu müziğin Alman gençlerini zehirlediğini , asilik duygularını arttırdığını düşünmeleri.
Nazi askerinin bir evden çaldığı radyoyu, o askerden çaldıkları için HG'ye (Hitler Gençliği) katılmak zorunda kalan iki arkadaş Peter Müller ve Thomas Berger.
Gençlerin katı kurallarla eğitildiği bu örgüte katılmak zorunda kalan Peter'ı yalnız bırakmamak üzere kendi isteğiyle gelen Thomas'ın burada aldığı eğitimle beyninin nasıl
yıkandığı ve babasını bile ispiyonlayacak duruma nasıl geldiği anlatılıyor.
Topalladığı için bu müthiş danslara katılamayan fakat yaptığı müzikle bu akıma hepsinden daha büyük tutkuyla bağlı olan Arvid'in hikayesi de oldukça farklı. Arkadaşları tarafından ihanete uğramış hissetmesi sonucu verdiği kararın sonucu ise çok üzücü.
Arvid'in hikayesi, arkadaşlık konusunda düşünmeye sevketti beni. Arvid'in arkadaşlarına yaptığı baskı doğru muydu? veya arkadaşlarının Arvid'e davranışları sonrası yaşananlar...
Bir olaya bu kadar büyük tutkuyla bağlanmak ve onun uğrunda hayatı hiçe saymak zamanımızda pek de mümkün değil sanırım.
HG'ye katıldıktan sonra buradaki eğitimler sonucu beyni yıkanan Thomas'ın inanılmaz değişimi, örgüt ve Swing arasında kalan Peter'ın yaşadığı kararsızlık...
Yasak olan bir şeye tutkuyla bağlı olsak bile hayatımızı ve çevremizdekileri olumsuz yönde etkileme riski varsa bu şeyden uzak durmalı mıyız? daha doğrusu uzak durabilir miyiz?

HG'nin verdiği görevin ne olduğunu deniz kenarında öğrendiği sahne ve gitmeyeceğine dair söz verdiği kardeşi ile olan son sahne...
Beni uzun zamandır ilk defa ağlatan ama çok beğendiğim bir film oldu Swing Kids...

14 Ekim 2012 Pazar

Yoga sonrası

Dün sabah yine erken uyandım. Yoga günlerinin en güzel yanlarından biri erken uyanmak ve sonrasında yürüyerek yogaya gitmek.
Arkadaşlarla yoga sonrası kahvaltı-kahve keyfini de çok özlemişim. Bu keyifli sohbetler de ruhuma iyi geliyor.
Evde hareketsiz ve yalnız kaldığım günlerin acısını çıkarıyorum yoga günlerinde.
Nisan ayında yogaya yeni başladığımda hareketleri o kadar beceriksizce yapmaya çalışıyordum ki şimdi inanamıyorum kendimdeki değişime.
Tabii yapamadığım hareketler yine var ama en azından şimdi çok daha konsantre bir şekilde o harekete bırakabiliyorum kendimi.
 
Yoga; farkındalığımı arttırdı, enerjimi yükseltti ama bu hafta garip bir şekilde yarım kalmış işlerimi tamamlama arzusu duydum. Farklı bir enerjiyle herşeyi
tamamlamak ve kış mevsimine yeni bir fatoş olarak başlamak istiyorum. Bazı konularda da en başa döndüğümüze göre herşeye en baştan başlayacak enerjiyi
toplamam lazım ve yoganın buna yardımcı olacağına inanıyorum. 
Dün yoga seansından sonra eve geldim ve yine kitabıma daldım. Elimden bırakamıyorum. Füreya ne ilginç bir hayat yaşamış.
Verem teşhisi konduktan sonra İstanbul'daki tedavi sonuç vermeyince İsviçre'de bir senatoryum'da kalmaya başlamış.
Eşi Kılıç Ali'nin işleri nedeniyle yanına gidemediği bu dönemde kendisi de evli olduğu halde Füreya'ya yakın olabilmek üzere senatoryuma yakın bir ev tutmuş
yakın dostu! Şevki Bey.
Senatoryumdaki tedavinin de işe yaramadığını öğrenince Fransa dışında  yan etkileri sebebiyle henüz hiçbir yerde  yasal olmayan bir ilacı denemek üzere  
Paris'e yerleştiğinde ona bir ev kiralayan Şevki Bey'in ani ölümü sonrasında Füreya'nın İstanbul'a dönmesi...
 
Senatoryum günlerinde oyalansın, canı sıkılmasın diye teyzesi Farünnisa'nın gönderdiği plastikler ile hayatının değişmesini anlatıyor kitap.
Hem de ne değişmek! Bir önceki yazımda, Füreya'nın ailede sanatçı olmayan nadir insanlardan biri olduğunu söylemiştim ya hani,
meğer füreya hastalığı sırasında tanıştığı toprak ve çamur sayesinde; çok ünlü bir seramik sanatçısı olmuş. ilk sergisini; hastalığına çözüm bulmak ümidiyle gittiği
Paris'te açmış.
Sonra İstanbul'daki başarıları ve seramik dışında hiçbir şey göremeyecek kadar tutkuyla bu işe bağlanması sonucunda Kılıç Ali'den boşanması.
 
Füreya'nın hayatındaki çok ilginç olaylardan birisi de, veremli biri olarak yaşamının sınırlanmasını kabul etmediği için ailesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen kimseye
haber vermeden ölüm riski olan bir ameliyatla ciğerinin yarısını aldırmak üzere Paris'e bu kez yalnız başına gitmesi ve tamamen iyileşerek İstanbul'a dönmesi.
 
Erkek kardeşi Şakir'in kızı Sara'yı kendi kızı olarak kabul etmesi ve kızın annesi Afife'yi her zaman kendine rakip görmesi, Füreya'nın hiç çocuk sahibi olmaması sebebiyle verdiği duygusal bir  hareket olarak algılanabilir belki ama anne ve babasının haberi olmadan Sara'nın nüfusunu kendi üstüne alması kabul edilebilir gibi değil.
Tüm mal varlığım sana kalacak diye Sara'yı ikna ediyor ve 18 yaşına girdiği hafta bunu gerçekleştiriyor. Sara'ya nasıl olsa soyadın değişmeyecek o yüzden kimseye söyleme kabul etmezlerse gerçekleştiremeyiz diyor.
Ama dayanamayıp Sara'nın bu olayı annesine anlatmasıyla, annenin kızdan tek bir ricası oluyor ve Füreya'ya her zaman 'Füfoş Anne' diyen Sara, artık 'hala' demeye başlıyor.
Bu olayı öğrendiğinde, Sara'nın annesi Afife ile girdiğim bu ezeli rekabette kazanan kim oldu? diye düşünüyor Füreya...
 
Yine kitaba ara verip yollara düşme ve küçük yeğenimin doğum günü nedeniyle kardeşler ve kuzenlerle buluşma zamanı.
Kalabalık bir aile olmak gerçekten çok keyifli. Akşam yemek sonrası bowling keyfi ve bol kahkaha. Ben 14 kişi arasında en düşük sayıyı yaparak dereceye girdim:)
Bizim grup 2 turda da yenildi ama sonuç ne olursa olsun çok eğlendim.
 
Eşim, kardeşler ve kuzenler ...Ben bu grupla yapılan herşeyden keyif alıyorum.
 

12 Ekim 2012 Cuma

Füreya

Bu sabah çok erken kalktım. Aslında her zaman yapmam gerektiği gibi:)
Bugünü dışarıda geçirmeye karar verdiğim için erkenden evden çıktım. Cadde'de yaptığım yürüyüşün ardından sokağımızın başında bulunan cafedeki yerimi almıştım.
Kahve eşliğinde okuduğum kitaba öylesine dalmışım ki 3 saatten fazla oturduğumun farkına varmadım.
 
Hani şu bahsettiğim 'Şakir Paşa Ailesi' adlı kitapta adı geçen teyze kızı Füreya'nın hayatını okuyorum bu günlerde.
Şirin Devrim'den dinlediğim ailede çok fazla adı geçmemekle birlikte Atatürk'ün yakın arkadaşı Kılıç Ali ile evli olduğunu öğrenmiştim Füreya'nın.
Ama bu kitapta anlatılanlar öylesine etkiledi ki kitabı elimden bırakamadım.
Füreya, ailede sanatla ilgilenmeyen nadir insanlardan biri. Genç yaşta yaptığı iki evlilik ve hamilelikleri ayrı hikaye.
Hatta, Atatürk'ün en yakın arkadaşı olan Kılıç Ali ile evlenme sebebini; 'Atatürk'e 9 yaşından beri hayran hatta aşık olduğumdan O'na yakın olabilmek için Kılıç Ali'nin
evlenme teklifini kabul ettim' diye anlatıyor.
Bu evlilikle birlikte gerçekten de tüm zamanını Atatürk ve yakın çevresiyle geçirmeye başlıyor. Kitapta Atatürk'ün son günlerine de yer verilmiş.
Daha önce Şirin Devrim'den dinlediğim Şakir Paşa Ailesindeki tüm çılgın insanlar bu sefer Füreya'nın gözünden anlatılıyor Ayşe Kulin'in kelimeleriyle.
Bursa'daki kötü evliliğin üzerine Ankara'daki Atatürk'lü muhteşem günler ve Atatürk'ün ölümüyle depresyona giren Kılıç Ali'nin ardından verem teşhisi konan
Füreya'nın hikayesini soluksuz okudum bugün. Verem teşhisinden sonraki hikayeye yarın devam ederim artık.
 
Cafeden çıktıktan sonra sahilde yaptığım yürüyüş de ruhuma çok iyi geldi. Ah bir de sokak kedileri ve köpekleri olmasa...

30 Eylül 2012 Pazar

Heyecanı Kaybetmeden Yaşlanmak

Dün eşimle beraber bir akraba ziyaretindeydik.
 
Yaşanmışlıkları olan insanlarla saatlerce sohbet edebilir ve onların hikayelerini hiç sıkılmadan dinleyebilirim.
Altmışlı yaşların sonunda olan bu akrabamızla geçirdiğimiz kısacık zaman da bana çok keyifli geldi.
 
Gençliğinde bir bankada çalışmış olmasına rağmen hayatının asıl işi her zaman müzik olmuş.
Tüm ailenin karşı çıkmasına rağmen müzikten ve çocukları gibi gördüğü müzik aletlerinden asla vazgeçmemiş.
İlk kez komşusunun evinde yapılan nişanda çalması için çağırıldığı günü anlatırken sanki o günkü heyecanı yeniden yaşıyordu.

Evine şimdiye kadar 16 adet piyano girmiş-çıkmış. Uzun yıllar müzik aletlerinin akort edilmesinden ve tamirinden para kazanmış.
Kınalı adada geçen 2 yıl boyunca yaşadıklarını öyle güzel anlattı ki şu anda okuduğum Şakirpaşa ailesindeki insanlardan birisiyle sohbet ediyormuşum gibi geldi:)
Şimdi yaşadığı apartman dairesinde maalesef komşuları rahatsız olabilir diye piyanosunu çalma fırsatı yok. Evinin camından denizi de göremiyor.
Ama yine de hayata karşı o kadar heyecanlı ki hayran olmamak imkansız.
 
Evinde bulunan bir kilise piyanosunu sattığı bey'in ona hediye ettiği kitapları odasından almaya koşarak gitmesi, kitapları heyecanla getirip tek tek bize anlatması,
kitaplardan bölümleri okuması gerçekten görülmeye değerdi.
 
Woody Allen'in emekli olmayı ölmekle eşit gören bir karakteri canlandırdığı Roma'ya Sevgilerle adlı filmi de aynı hafta sonu izlemiş olmak pek manidar oldu.
 
Düşündüm de şu anda bana böyle heyecan veren bir şey yok hayatımda.
İnsanların belli bir yaştan sonra çalışma hayatına son verdiğinde de hayata sıkıca tutunabilmeleri için onlara keyif veren ve heyecan duyacakları bir hobileri
mutlaka olmalı diye düşünüyorum artık.