30 Mayıs 2011 Pazartesi

19-22 Mayıs 2011 GAP Turu (3)

21 Mayıs Cumartesi
Otelden sabah 9’da hareket ettik ve Antep-Antakya arasında çok eski ve kaçak malların alenen satıldığı yer olan Kilis’e uğradık. Tam da Şener Şen ve Kemal Sunal filmlerinde gördüğümüz eski anadolu kasabalarından biri burası. Bir saat kadar gezdikten sonra Yesemek Köyüne gittik. Uzaktan Suriye sınırını da gördük. Yol üstünde yer alan gelincik tarlaları muhteşemdi.












Yesemek Açık Hava Müzesini’de gezdikten sonra Antakya’ya gitmek üzere saat 13.00 te tekrar yola çıktık. Yesemek Açıkhava müzesi hakkında pek bir bilgi alamadığımız için kalıntılardan çok oradaki çocukların fotoğrafını çektik :)










Saat 14.30 da Antakya’ya vardığımızda çok acıkmıştık. Anadolu Rest. yediğimiz kuyu kebabı  kuru olduğundan pek hoşumuza gitmedi ama bizim Antakya’ya geliş sebeplerimizden biri olan künefe muhteşemdi. Turdaki arkadaşlarla ortak kararımız: 'Antakya’da her gittiğimiz yerde künefe yemek'  oldu.
Sonraki durağımız olan Antakya Mozaik Müzesini çok beğendim. Mozaik zenginliği bakımından dünyada ikinci müzeymiş.














Orada karşılaştığım bir olay ülkemizde mozaik v.b. tarihi eserlere bizim insanımızın nasıl yaklaştığını açıkça gösteriyordu sanki.
Küçük bir çocuk yerde bulunan mozaiklere basıyordu ve turist bayan çocuğu alması için annesini uyardığında annenin bayana ters ters bakarak arkasını döndüğünde ‘sanane’ diyerek söylenmesi üzerine , Gaziantep’te Zeugma’nın kapısında şahit olduğum muhabbeti hatırladım. Kapının önünde bir bayan içeriden çıkan arakadaşına soruyor: Nasıl beğendin mi? Cevap inanılmaz: Yok  çok anlattılar diye geldim ama hiçbir şey yok içeride...
Antakya Mozaik müzesinde çok sayıda harika mozaiklerin yanısıra görülmeye değer heykel ve mermer mezarlar da yer alıyor.



St.Pierre-Aizi Petrus Kilisesini (Sen Piyer mağarası) gezdik. İlk Hristiyanların mağaralara oyarak yaptığı bu kilisede toplantılar yaptığını ve burayı Hristiyanlığı yaymak için kullandıklarını öğrendik.





Kilisenin bahçesinden baktığımızda sanki tüm Antakya karşımızdaydı.



Antakya mıdır? yoksa Hatay mıdır? diye merak ederseniz:
2 Eylül 1938 Tarihinde Hatay Devleti kurulmuş. 10 ay sonra 16 Haziran 1939 tarihinde TBMM'nin kararıyla Türkiye-Hatay arasındaki sınır çizgisi kaldırılmış ve 23 Temmuz 1939 da kışlaya bayrak çekilmesiyle Hatay anavatana katılmış. Antakya ise Hatay ilinin merkez ilçesiymiş.

Antakya denildiğinde Asi Nehri, farklı dinlere mensup insanların bir arada yaşaması ve künefe geliyor benim aklıma :)


 Asi Nehrinin kenarında fotoğraflarımızı çektikten sonra bu ilde çekilen ‘Asi’ dizisinden bildiğim bir mekana gittik. Dizide sabun yapılırken para atılan sahnelerin çekildiği mekan ‘VERDAA’ defne sabunlarının satıldığı mağaza.

Antakya'nın meşhurları arasında  defne ağacı ve sabunu geliyor. Defne’nin mitolojik hikayesi de oldukça etkileyici.
“Mitolojide adı hızlı çapkına çıkan ve tanrı olduğu için de kendisine karşı konulamayan, Zeus’un oğlu Işık Tanrısı Apolion, şimdiki Gümüşgöze’den Sinanlı’ya doğru inen vadiden Asi’ye dökülen derenin kenarında genç ve güzel Defne’yi görür. Çapkın Apolion, bu güzeller güzeli kızla tanışmak üzere yanına yaklaşıp konuşmak ister. Defne, Apolion’un namını duymuştur. Aklından geçenleri sezdiği, niyetinin iyi olmadığını hissettiği için kaçmaya başlar. Defne kaçar, Apollan kovalar. Apolion’un nefesini ensesinde hissederek dere boyunca yukarıya doğru koşan ve yorulan Defne, kaçarak kurtulamayacağını anlayarak, durur. Ayağı ile toprağı kazıyarak yalvarırcasına seslenir;”Toprak ana, n’olur beni ört, beni sakla, beni koru.”
Toprak, çağrıyı duyar. Defne’nin bedeni toprağa kök salmaya, o güzelim kokulu saçları yapraklara, kolları dallara dönüşür.
Apollan şaşkına döner; karşısında yükselen defne ağacına bakar ve; “Bundan sonra sen, benim kutsal ağacım olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen yapraklarını başıma çelenk yapacağım. Değerli kahramanlar, savaşlarda zafere ulaşanlar, hep senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Şarkılarda, şiirlerde adımız yan yana geçecek” der.
Defne, Apolion’dan duyduğu bu güzel sözler üzerine dallarını eğerek onu selamlar. O gün bugündür savaşla elde edilen kahramanlıklar, güzel şiirler defne yaprağı ile taçlandırılır.”

Sonrasında katolik kilisesini gezerken, kilisede görevli bir bayandan Antakya’yı  ve bu kiliseyi dinledik. Bizim rehber de bizimle birlikte geziyordu :) Bu kiliseden aldığımız ‘Orontes Üzerinde Antakya’ isimli kitap, Antakya’yı: Havarilerin ilk defa Hristiyan adını aldıkları yer’ olarak anlatıyor.
Kilisenin iç avlusu çok güzel. Avlunun üst katına çıktığımızda kilisenin çan kulesi ve hemen yanıbaşında yer alan cami minaresini aynı karede görüntüleyebilmenin sevincini yaşadık. Antakya’nın farklı dinleri bir arada yaşatabilmesinin sembolü olan meşhur kare.

Çarşı içinde çınar altında dinlenirken ‘Asi Künefe’de 2.künefemizi de yedikten sonra, baharat ve hediyeleri koymak üzere ilave bavulumuzu da aldık. Şehir Merkezinde gezilerimizi yaptık ve bol bol fotoğraf çektikten sonra günün 3.künefesi meşhur ‘Kral künefe’de yendi:)
Antik Daphne kenti üzerine kurulu olan Harbiye mevkiinde yer alan ‘Grand Boğaziçi Otel’e yerleştikten sonra akşam yemeğimizi otelde yedik. İnanılmaz ama 4.ve günün künefesi seçtiğimiz en güzel künefeyi de yedikten sonra şelalelerin çevresinde yaptığımız yürüyüş ve arkadaşlarla çay eşliğindeki sohbet te çok ama çok keyif verdi bize.
Okuduğum başka bir blogda öğrendiğime göre uzun çarşının göbeğinde mangalda künefe pişiren Yusuf Usta'yı bulmak gerekiyormuş. Bu da tekrar Antakya'ya gidildiğinde yapılacaklar listesine eklendi:)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder